ALLAH ım sen buyuksun bızı zalimlerden koru


Bu Blogda Ara

23 Ekim 2010 Cumartesi

Mezarım Kazsınlar Bastığın Yere

"Mezarım Kazsınlar Bastığın Yere"

– Muhterem Efendim! Okul yıllarınız hakkında konuşacak olursak, nasıl bir okul hayatı geçirdiniz? Arkadaş ortamınızdan bahsetmek gerekirse neler söylemek istersiniz?

– Okul yıllarında hep öğrenci evlerinde kaldık. Sobalı evlerde başladı öğrenciliğimiz, sonraları kaloriferli bir eve geçmek nasip oldu. Evimizde her gün sohbet olurdu. Eve Kayserili dostlar da gelirlerdi. Civar şehirlerden de gelenler oluyordu. Bütün sohbetler güzel olmakla birlikte, bir defasında olan sohbetin hazzını hala unutamayız. Bu sohbette, herkes kendinden geçmiş bir vaziyette idi. Zikrimiz, sabaha kadar devam etsin istiyorduk. Gözlerimizden yaşlar geliyor, aşk ile ciğerlerimiz dağlanıyordu. O tarihlerde birlikte kaldığımız arkadaşlarımız bu zevki hiç unutamazlar.

– Bu dönemde, H. Hasan Efendi (k.s.) ile sık sık görüşebiliyor muydunuz?

– Elbette. Okuldaki öğrenci arkadaşlarla sıkça Yahyalı’ya giderdik. Aslında, okul harçlığımın dışında fazla da param olmuyordu. Bulduğum imkân nisbetinde minibüs tutar, arkadaşları Üstazımız (k.s.)’a getirmeye gayret ederdim. Bir defasında Üstazımız (k.s.), Kayseri’yi teşrif buyurdu. Üstazımız (k.s.)’ı Boğazköprü’de, öğrenci ve esnaf arkadaşlarla karşıladık. Parkta, kendilerini karşılayanlara sohbet buyurdular. Değişik mekânlarda görüşmeler oldu. Sohbetlerinin tesiriyle hal ehli amcalar, birbirlerinin ellerinden tutarak, gözlerini yumup dakikalarca mânen demleniyorlardı. Ev sahiplerinden bir kısmı, Üstazımız (k.s.)’ı yolcu ederken evimiz-barkımız, çoluğumuz-çocuğumuz size feda olsun dercesine, evlerinin anahtarlarını takdim ediyorlardı. Hunat Camii’nde onu tanıyan da, tanımayan da ellerini öpmek için sıraya geçti. Kim olduğunu öğrenenler, arabalarının arkasından hayran hayran bakıyorlardı.

Üstazımız akşamüstü bir sohbetlerinde, ders çekerken dikkat etmemiz gereken hususları anlattılar. Camii Kebir’de sabah namazını kılan cemaatten birkaç kişi, “Efendim! Evrad ve ezkârımızı öğrettiğiniz şekilde çekince, bambaşka lezzet ve şevke mazhar olduk. Mevlâ (c.c.) sizden razı olsun.” diyorlardı. Evlerinde kaldıkları kimseler, neşelerinden pek yatamıyor, sevgilerini şiir halinde kâğıtlara aktarıyorlardı. Gaz lambasının altında bu hasretini kaleme alanlardan biri de bu fakirdi. Uzunca yazılmış olan bir şiirin bir kıtası şu şekilde idi:

Duyunca teşrifin, sevindik hep birden,

Müsaade alıp geldin, Hazreti Pîr’den,

Sohbetinle yıkandı, gönüller kirden.

Vücudun rahmettir âlemde bizlere,

Mezarım kazsınlar bastığın yere.

Kendileriyle tanışma nimetine mazhar olanlar -Allah’ın izni ile- bulundukları yerlerde çok güzel hizmet veriyorlardı. Ziyaretlerine gelen öğrenciler, çay dağıtmayı sohbette büyük bir şeref kabul ediyorlardı. Kardeşlerimiz, tevazulu, gözü yaşlı ve gönlü ateşli olmuştu.

- Gerek İmam Hatip Lisesi’nde gerekse ilahiyatta iken sizin, arkadaşlarınızla ilişkileriniz nasıldı?



–Yüksek okula girmenin havasıyla, sigara illetine tutulanlar olmuştu. Bunlardan, bizi görünce sigarayı avucunun içine saklayanlar da oluyordu. Birine, “Kardeşim! Bizden değil, her halimizi gözetleyen Cenab-ı Hak’tan korkalım.” demiştim.

Bir gencin yetişmesi için, çağında bulunan hakikat ehilleriyle tanışıp-görüşmesi gerektiğini ifade etmeye gayret ediyorduk. O genç yavrulara hizmet ederken biz de gayrete geliyorduk. Üstazımız (k.s.)’ın sohbetlerine alışan gençler, Sami Ramazanoğlu (k.s)’nu da ziyaret ediyorlardı. Arkadaşlarımızdan Muhammed Batmantaş ve Ünal Tan, Sami Efendimiz (k.s.)’i ziyarete gidenler arasındadır.

Okulda, zaman zaman dinî konular ele alınıyordu. Aramızda ibadetin edâ ediliş şekilleri tartışılıyordu. Bu gibi konularda, “Bizim örneğimiz âlim, ârif üstazlarımızdır.” diyorduk.Okulda, arkadaşlar, bize bir kıymet yükleyerek, mânevî hallerden, rüya ve keşiflerinden soru sorarlardı. Hocalarımızdan da bu gibi ahvali soranlar oluyordu.

Arkadaşlarla beraber dâvet olunduğumuz yerler pek çoktu. Kitaplar okunur, dinî mübaheseler yapılırdı. Tatillerde topluca piknik yaptığımız da olurdu. Orta ve lise öğreniminde okuyan talebeleri de yanımıza alır, onlara hayırlı tavsiyelerde bulunurduk. Onları da yavaş yavaş; ilme, amele yönlendirirdik.

- H. Hasan Efendi (k.s.)’nin arkadaşlarınızla diyalogu nasıldı? Bu konudaki gözlemlerinizi öğrenmek isteriz.

- Beraber gittiğimiz arkadaşlarımıza, ilmin dili olan Arapça’yı talim etmeyi tavsiye ederlerdi. Öğrenciler, toplu halde Üstazımız (k.s.)’ın Cuma vaazlarına da iştirak ederlerdi. Sözler, gönüllerine tesir ediyor olmalı ki, gece namazlarına kalkar, seccade üzerinde ağlarlardı.

Üstazımız (k.s.), kendilerini ziyaret için beraber geldiğimiz arkadaşları görünce, “Evladım! Bunlardan birini olsun bana ver.” buyurdu. Hâlbuki bu kardeşlerimiz, kendilerinin telkinleriyle Hakk’ı bulup, evrad ve ezkâr almışlardı. Tevazuundan böyle bir telepte bulunuyorlardı.

- H. Hasan Efendi (k.s.)’nin sizin üzerinize titrediği görülüyor. Onun, gerek tahsil hayatınızda, gerekse geleceğe ilişkin diğer hâl ve hareketlerinizde sizi ne gibi yönlendirmeleri olmuştur?

- Hayatımız bütünüyle onun yönlendirmeleri ile şekillenmişti. Tefsir çalışmalarında takdir ettiğimiz Ahmet Coşkun Hocamız, koltuğuna çantasını alıp evimize geldi. “Sizin geçmişiniz sûfi meşrep, okulumuzda da tasavvuf üzerine çalışma yapan yok, yabancı dile ağırlık vererek bu meslekte sizi söz sahibi yapalım.” dedi. Çalışmalara başladım. Bir gün Üstazımız (k.s.), bu gayretimi görünce, “Oğlum! Tasavvuf kâl (söz) ilmi değil, hal ilmidir. Kendi içine dön.” buyurunca, artık bu yönde bir çalışma arzum kalmadı.

Ara sıra şiir de yazardım. Bu çabamı görünce, “Yavrum! Gönlüne misaller gelirse onu kaydet. Misal ilmi ledünni, Hak tarafındandır. Bazen dalgalanırsan şiir yaz.” buyurdu.

Üstazımız (k.s.), benlik ve kibre düşmeyelim diye, bize -sohbetlerine iştirak eden köylü-kentli- her kesimden insanın elini öptürüyordu.

- H. Hasan Efendi (k.s.)’ye karşı nasıl bir muhabbet beslerdiniz? Baba sevgisi ile mürşid sevgisi aynı potada nasıl birleşir?

- Babamdı ama aynı zamanda mürşidimdi; ruhumun babasıydı. İnsan babasını görünce heyecanlanır mı? Biz ise onu görünce babamız olmasına rağmen kendimizden geçerdik. Ruhta birlik olduğu gibi cesette de beraberlik vardı. Okulda, ayağımın üzeri şiddetle ağrıyordu. Meğer kendilerinin de mübarek kadem-i şerifleri ağrırmış.

İlkokul hocama, “Benim rahatsızlanmama oğlum çok üzülür. Onun bu hoşnutsuzluk halini anlayışla



–İlkokul hocama, “Benim rahatsızlanmama oğlum çok üzülür. Onun bu hoşnutsuzluk halini anlayışla karşılayın.” demişlerdi. Üstazımız (k.s.)’ın hasta ve kederli anlarında; yeni elbise giymeyi ve eğlenmeyi unuturduk. Neşesiyle neşelenir, kederiyle mükedder olurduk. Ne yapalım, onu çok seviyorduk.

Hafta sonları eve gidiyordum. Çantayı sırtımdan indirip mübarek ellerine muhabbetle kapandım. Bu esnada bir başkası da eğilmek isteyince, “Sen bunun gibi samimiyetle öpebilecek misin?” deyiverdi ona.

- İlişkinize babanız tarafından bakacak olursak, onun size tavrı nasıldı?

- Lâyık olmadığımız meth ü senâları olurdu. Ara sıra ayağa kaldırıp, baştan ayağa dikkatlice süzer, iltifatlar ederlerdi. Fakat lâyık olamayışımızı gördükçe ister istemez dertleniyorum. Şimdi huzura mahcup bir kimse olarak çıkmaktayım. Yaptığım hataların ızdırabını gönlümün derinliklerinde hissetmekteyim.

Vaaz ve sohbetlerinde görüşmelerine bizi de dahil ederdi. Evrat ve ezkâr vermemizi, letaif dersleriyle meşgul olmamızı emir buyuruyorlardı.

Üzerimizde himmet-i âlilerini de açıkça müşahade ederdik. Himmetleri, mânevî yardımları pek güçlü idi biiznillahi teâlâ. Tomarza’ya kardeşlerimizin derslerini görüşmek için gitmiştim. O zaman şimdiki gibi müstakil vasıtalar pek yoktu. Yahyalı’ya giderken, bütün taşıtlar bize hazırlanmış gibi ulaşımda hiçbir sıkıntı çekmeden yol aldık. Akşam karanlığı basmıştı. “Kavacığa nasıl çıkacağım?” derken, otobüsün camına biri vurarak, “Gel seni Kavacık’a götüreyim arabamla.” diyordu. Himmetleri ile hiçbir zorlukla karşılaşmadan –biznillah- gidip-gelmek nasip oldu.

- Onların büyüklüğü sürekli anlatılır, yazılır. Acaba evliyâullahın Allah (c.c.) katındaki kıymetini takdir edebilmemiz mümkün müdür?

- Bu husus ancak ehline mâlumdur. Onları anlamada bizlerin aciz kalacağı kanaatindeyim. Onları takdir edebilmenin mümkün olup olmaması meselesinden ziyade, onların büyüklüklerine işaret eden birkaç husus üzerinde durmak isterim:

Üstazımız (k.s.), Hacc’da Pakistanlı bir profesörle, tercüman aracılığıyla görüşür. Tercümanlık yapan kişi, H. Hasan Efendimiz (k.s.)’in sözlerini nakilde bazı yanlış tercümeler yapınca Üstazımız (k.s.), “Dilim ne kadar Acemi (Arab olmayan) de olsa, kalbim Arabi’dir. Neden yanlış tercüme ediyorsun der.” Bu fasla geçtiğimiz zaman söz uzar da uzar. Çünkü onların; Hak dostlarıyla, ilim ehilleri ve halkla görüşmeleri farklı farklıdır.

Ülema-i Kiramdan Hacı Hüseyin Aksakal ve Abdullah Develioğlu birbirlerine kimle konuşup-görüştüklerini sorarlar. Aralarında, Esad-ı Erbili Hazretleriyle (k.s) sohbet ettiklerini, ilimlerinin de kendi ilimleri gibi olduğunu söylerler. Daha sonra Esad Erbili (k.s.)’nin huzuruna vardıklarında, onun mübarek kelamlarından hiçbir şey anlayamazlar. “Efendim! Ne buyuruyorsunuz, anlayamıyoruz?” dediklerinde, “İlmi de bizim ilmimiz gibi dememiş miydiniz? Biz tenezzül edip, seviyenize göre konuşmasak hiçbir şey anlayamazsınız?” buyurduklarında hata ettiklerini anlayıp, “Estağfurullah.” derler.

Bir defasında Üstazımız (k.s.)’la Sami Efendimiz (k.s.)’i ziyaret etmiştik. Gözleri birbirlerinin gözlerinin içinde, eleri de ellerindeydi. Konuşmalarının bir kısmı anlaşılmıyordu. Görüşmelerinde şifreli kelamlar vardı. Bu buluşmayı müteakip hâl ehillerinden biri bize şöyle dedi. “Siz zahirde konuşulanları dinlediniz; bâtınî görüşmeleri ise bir başkaydı.”

Muhyiddin-i Arabi (k.s.), “Öyle bir hâle geleceksiniz ki; nebâtat, bitkiler sizinle konuşacak, “Ben şu derdin devasıyım.” diyecek. Siz bunlara takılıp kalmayın, ileriye gidin. Hayvanat konuşacak, size derdini dökecek, yine oyalanmayıp ileriye geçin de Mevla’nın rızasını bulun.” der.

Bir gün Üstazımız, Sami Efendimiz (k.s.)’e, “Efendim! Karınca kadar yaptığım hatalar gözüme şimdi Erciyes dağı gibi görünüyor.” dediklerinde, “Elhamdülillah, bu kemâl halidir.” diyerek Üstazımız (k.s.)’ı tebrik ederler.



Belki bu örnekler onların büyüklüğünü anlamamıza yardımcı olur.

- Hakk dostlarının Allah (c.c.)’a yakınlığı nasıl bir haldir, nasıl bir inceliktir ki onları böylesine dikkatli kılmaktadır?

- Bunu şu örnekle açıklamak isterim: Kendini bilmez bir çoban, dağda, ağzına geleni söyler. Ama devlet yetkililerine yakın olanlar, kendisi hakkında aleyhte bir durum oluşturmaması için, muhalif bir söz ederim diye elini ağzına kapatır ve hafifçe konuşur. “Cahil cesurdur.” fehvasınca, Hak Teâlâ’yı tanımayanlar da yersiz söz ederler. Takva nedir, havf-i İlahi nedir, bilmezler. Dilin Hakk Teâlâ’nın kalemi olduğunu, her nefesten sorguya çekileceğini, amel defterinin bütün insanlığın önünde açılacağını düşünmezler.

Taha el-Hariri (k.s.), amel defterini müşahede eder. Meleklerden, karalanıp silinen bir satırın sebebini sorar. Melekler cevaben, “Abdest alırken siz, suyu bulandıran bir kurbağayı attığınızda, derisi yüzüldü; bu, amel defterinize hata olarak geçti. Bu hata ise, abdest azanızdan dökülen sular ve kıbleye karşı durup okuduğunuz şehâdet kelime-i tayyibesiyle silindi.” derler.

- Allah (c.c.) dostlarını, dost yapan da her halde onların bu rikkatleri. Ve tabiî ki Dost’un hukûnu koruyana O da ikramda bulunmaktadır.

- Elbette. Allah (c.c.)’ın hukûkuna riâyet ettiklerinden dolayı, onlara yapılan ikramın daha iyi anlaşılması için Sâmi Efendimiz (k.s.)’in hayatından, şu hadiseyi aktarmak isterim:

Sami Ramazanoğlu (k.s.)’nun torunları, bize, Sami Efendimiz (k.s.)’in, yabancı bir ülkeden gelen ziyaretçilere onların diliyle konuştuğunu nakletmişlerdi. Şöyle anlatmışlardı: “Rumca konuşan bir heyet Üstazımız (k.s.)’ı ziyarete geldi. Acaba nasıl anlaşacaklar diye düşünüyordum. İngilizce konuşsalar pat-çat bir şeyler söyleyebilirdim fakat ziyaretçiler Rumca biliyordu. Bir de ne görelim, Efendimiz Rumca konuşmaya başladı. Validemize, “Efendimiz Rumca konuşuyor.” deyince, hiç heyecanlanmadan, “Evladım! Babanızın bilmediği dil mi var?” dedi.

Bu bize Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hayatında yer alan şu olayı hatırlatmaktadır: Peygamberimiz (s.a.v.) dilleri ayrı olan kabilelere altı temsilci göndermeyi arzu buyurmuşlardı. Bu ülkelere gidecek temsilciler, sabah, gidecekleri kabilelerin dillerini öğrenmiş vaziyette kalkıyorlardı. On sekiz bin âlemde konuşulan diller ehlince mâlumdur.

- Bu ay da bizlere zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

- Ben teşekkür eder, yayın hayatınızda başarılar dilerim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder