ALLAH ım sen buyuksun bızı zalimlerden koru


Bu Blogda Ara

31 Ekim 2010 Pazar

Cevat Faruki Tekvir

Cevat Faruki Tekvir

Bursa Kuran Ziyafeti

Abdurrahman Sadien (TEK NEFES FATİHA SURESİ)

abdurrahman sadien çoşuyor

Sohbete Bak

Esmaül Hüsna

Ebul Kasimi - Amenarrasulu

Ümit Hüseyin Nejad - Dünya Kur'an Okuma Birincisi

Kuran Okuma 1.leri

23 Ekim 2010 Cumartesi

Kabeye İnen Melekler

Tevbe

Tevbe (I)

Günah; ne nurdan yaratılan melek, ne de sorumsuz varlık olan hayvan içindir. İlahi tekliflerle mükellef (ilahi sorumluluk üstlenen) insana aittir.

Ebu Hureyre (r.a) Rasûlüllah (s.a.v)’den: “Mü’min bir günah işleyince kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tövbe eder, hatasından döner, Allah’tan günahının affını dilerse, kalbi siyah noktadan temizlenir. Günah işlemekte devam ederse, noktalar çoğalır, kalbi tamamen kararır.” 1

İşte bu hadis Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın:

“Hayır öyle değil. Tam tersine, işledikleri hatalar, kalplerini tamamen karartmıştır.”2 buyurmasına işarettir.

İnsanın yaratılışında mevcut, kötülüklerin kaynağı nefistir; ki ona isyanı, günahı işlettirir.

“Andolsun, insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne vesvese vermekte olduğunu da biliriz. (Çünkü), biz ona şah damarından daha yakınız.”3

“Onlar, kuruntudan, nefislerin arzu ettiği heva ve heveslerden başkasına tabi olmuyorlar. Halbuki onlara, Rablerinden bir hidayet (rehberi, Peygamber ve Kur’an) gelmiştir.”4

“Çünkü nefs, olanca şiddeti ile kötülüğü emredendir.”5

Kalbe, kötü fikir ve düşünceleri sokan şeytan, Hakk’ın yolundan saptırır insanı.

“Ey insan! O keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?”6

“Çok aldatıcı (şeytan) da sakın sizi Allah ile (O’nun affına güvendirerek) aldatmasın.”7

“İblis dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim. Ve onların hepsini mutlaka azdıracağım.”8

Ebedi yaşayacakmış gibi, insanı oyalayıp aldadır dünya.

“Onlar, önceden elleriyle işledikleri (kötü amellerinden) ötürü onu (ölümü) hiçbir zaman arzu etmezler.”9

“... ve dünya hayatı ise, bir aldatıcı metadan başka bir şey değildir.”10

“... ve onlar dünya hayatı ile sevindiler. Halbuki, dünya hayatı, ahiret yanında metadan başka bir şey değildir.”11

Nefs, şeytan ve dünyanın esiri olanlar da şaşırtır insanı Allah’ın yolundan.

“Eğer yer(yüzün)de bulunan (insan)ların (kafir, cahil, heva ve heveslerine uyanların) çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar.”12

İnsanoğlu, hem hayır hem de şer işlemeye müsait, ama günahsız olarak geldi dünyaya.

İşleyene ceza gerektiren günah, Allah’a, sair insanlara ve kişinin kendisine karşı işlediği günahlar olarak üç kısıma ayrılır:

1- Allah’ın hukukunu çiğneyen, O’na ibadette ortak tanıyanlar, en büyük zülmü işlerler.

“Şüphe yok ki, şirk elbette pek büyük bir zulümdür.”13

2- Yaratılış sırrına muhalif harekette bulunan, kulluk sınırını aşanlar, kendilerine zulmederler.

“Adem ile Havva: “Rabbimiz, kendimize yazık ettik, bizi bağışlamaz, bize acımazsan, şüphesiz kaybedenlerden oluruz.” dediler.14

“Onlara, Allah zulmetmedi. Fakat kendileri, kendilerine zulmediyorlar (isyanları yüzünden).”15

3- Kendi dışımızdaki insanlara zulüm.

“Asr’a yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna”16

İman, Kur’an-ı Kerim’e uygun amel, nasihat, irşad ve başkalarını olgunlaştırmaya matuf amelleri yerine getirmeyenler, başkalarına zulmederler.

Allah’a sığınma, Allah’a dönme, yaptığı hatalardan pişman olup onu beğenmeme olarak tarif edilen tevbe dört kısıma ayrılır.

1- Küfürden imana dönüş, kâfirlerin tevbesidir.

2- İsyandan itaata dönüş, fâsıkların tevbesidir.

3- Fenâ huylardan, iyi huylara dönüş, ebrarın, hayırlı insanların tevbesidir.

4- Mâsivâdan, Allah’tan gayri her şeyden Hâlik-ı Zülcelâl’e dönüş, nebi ve velilerin tevbesidir.

Küfür ve şirk affedilmez, ebedi cehennemde kalmaktır cezası. Ama kişi; küfründen döner, Hak dini benimserse, mağfiret olunur.

“Çünkü Allah bütün günahları bağışlar: Şüphesiz ki O çok bağışlayacıdır, çok merhamet edicidir.”17

Peygamberimiz (s.a.v); “Bu ayeti, ne dünyaya, ne de dünyada bulunan, hiçbir şeye değişmem.”18 buyurdular.

Günahlar, küçük ve büyük olmak üzere iki kısımdır.

Tasavvuf uleması (ruhî eğitimi sağlayan arifler)’na göre, büyük ve küçük günah ayrımı yapılmaz, çünkü onlar Allah’a karşı yapılan hertürlü hatayı, büyük bir saygısızlık olarak kabul ederler.

“Az günahı az sanma, kime karşı ona bak.

Az nimeti az sanma kimden geldi ona bak.”

Şeyh Mustafa Hulûsi (k.s): “Bir havuz düşünün, defalarca o havuza küçük küçük taşlar atsanız, kocaman dağ olur. Küçük dediğimiz günahlar da işlene işlene, büyük günaha dönüşür.” diye misal verirler.

Sohbetlerinde H. Hasan Efendi (k.s): “Karınca kadar yaptığım hatalar gözüme Erciyes Dağı gibi görünüyor.” diye yakınırdı.

Efendimiz (s.a.v): “Mü’min günahını, üstünde bir dağ gibi görüp, üzerine düşeceğinden korkar; münafık ise, sinek gibi burnuna konup, uçacak şekilde görür.”

“Tevbe edenlerle oturunuz, onların kalbleri daha ince olur.” hadis-i şerifinde belirtilen hassasiyetle hayatını en güzel şekilde geçiren, Üstadımız, 8-9 yaşlarında iken, hüngür hüngür ağlarlar, ulemadan “Kasır Hoca” diye marûf, Yahyalı’dan Mustafa Efendi Hazretleri, “Evladım hangi günahına ağlıyorsun?” diye kendileri de ağlar. Üstadımızın babaları Şeyh Mustafa Hulûsi (k.s)’da, “Hocam, gayrı ihtiyarî yavrumun gözünden yaşlar boşanıyor.” der.

Ağlama, gözyaşı üç sınıfa ayrılır:

1- Günahtan dolayı ağlama,
2- Ayrılık sebebi ile ağlama,
3- Allah’ın aşk ve muhabbetinden neşet eden ağlama.

Üstadımızın, çocukluk yaşında, gayri ihtiyari ağlaması Mevlâsına aşkındandır. Gençliklerinde böyle ilahî zevkle, şevkle ağlayanlar, daha sonra Sıddîk-ı Azam (r.a)’ın “Ah edip, ağzından ciğer kokusu geldiği gibi” ah u ah edenler, Hazret-i İbrahim’i, Cenâb-ı Hakk’ın nitelendirdiği gibi, “Şüphesiz ki, İbrahim, çok yumuşak huylu, (kalbi yufka, ah u vah eden) gerçekten sabırlı idi.”19

İnsanın hal ve makamına göre Allah’a yalvarış ve yakarışları farklıdır.

1- Avam (cahil halk) günahından tebe eder.

2- Havâs (muhterem, seçkin kimseler) gafletinden tevbe eder.

3- el-Havassü’l-havâs (mukarrebûn -Allah’a ruhen ve mânen yakın olanlar-) ibadet ve taati bir an terkinden tevbe eder.

Ebu Talip-i Mekkî “Kût’ul -Kulûb” kitabında bütün hadis kitaplarından aşartırarak edindiği bilgilere göre, büyük günahları 17 madde halinde sıralar.

Dördü kalbde:
1- Küfür,
2- Küçük günahlarda ısrar,
3- Allah’ın rahmetinden ümit kesme,
4- Allah’ın cezasından emin olma.

Dördü dilde:
1- Yalan yere şahitlik yapmak,
2- Namuslu kimselere zina isnadında bulunmak,
3- Yalan yere yemin etmek,
4- Sihir yapmak.

Üçü mide ile ilgilidir:
1- Sarhoş edici maddeleri kullanmak,
2- Yetim malı yemek,
3- Faiz alıp, faiz vermek.

İkisi fercle (namusla) alâkalıdır:

1- Zina,
2- Livata.

İkisi de el ile alâkalıdır:
1- İnsanı öldürmek
2- Hırsızlık yapmak

Biri ayakla ilgilidir ki, bu da muharebeden kaçmaktır.

Bir diğeri de bütün vücutla ilgilidir, bu da anne ve babanın hukukuna riayetsizliktir.

Tevbe; Cenâb-ı Hakk’a kişinin içini dökmesi, hâlini arzetmesi, adeta direkt irtibata geçmesidir Rabbiyle... Hazret-i Yakub (a.s)’un: “Ben derdimi ve hüznümü ancak Allah’a arzederim”20 demesi gibi...

Yaptığı hata ve kusurları başkasına anlatması bile, kişinin amel defterini karartır.

Ebu Hureyre (r.a) anlatır: “Adamın biri, tenha bir sokakta, bir kadına tacizde bulunuşunu Efendimiz (s.a.v)’e anlatınca, İki Cihan Güneşi (s.a.v): “Yaptığını Allah gizlemiş, kimse görmemiş, sen de kalbinde gizleseydin. (İfşa etmeseydin)”21 buyurdu ve şu ayet-i kerimeyi okudu: “Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi) namazlarını, gecenin de bir bölümünde (akşam ve yatsı) namazlarını kıl. Şüphesiz ibadetler, güzel ve yararlı işler günahları giderir, affettirir. Bu; düşünenler ve ibret alanlar için öğüt ve nasihattir.”22

Tevbe ve istiğfarla günahkâr eller, kararmış gönüller, O’nun dergâhına açılır. Buzağıya tapanların affı için, Tûr Dağı’nda Hz. Musa (a.s)’ın Rabbine şu hazin yalvarışı karşısında duygulanmamak mümkün mü?

“Ey Rabbim! Dileseydin onları da, beni de helak ederdin. İçimizdeki birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden hepimizi helak edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir, onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı, sen bağışlayanların en iyisisin! Bize, bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de. Süphesiz biz sana döndük. Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azabıma uğratırım. Rahmetim ise herşeyi kaplamıştır (Rahmet Allah’ın Zâtı’nın gereğidir, azap ise kulların günahlarının gereğidir). Onu (rahmeti) sakınanlara, zekatı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım.”23

İbrahim (a.s)’ın, İsa Peygamber’in Allah’a gönülden ve samimi yakarışları, O’ndan bir rahmetle asilerin bile kurtuluşlarını dilemeleri, ne büyük bir şevkat ve engin bir merhametin eseridir: “Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.”24 İsa Peygamber’in de “Eğer kendilerine azab edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin.”25

Atamız Adem (a.s)’ın, zellesinden dolayı Cenâb-ı Hakk’tan samimi mağfiret talebi, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden oluruz.“26 niyazı Allah’a candan teslimiyetin örneğidir.

Kişiyi Marifetullah Sırrına Erdirecek Yedi Basamak

Kişiyi Marifetullah Sırrına Erdirecek Yedi Basamak

Sırasıyla Şunlardır:

1.Sabır 2.Şükür 3.Tevekkül 4.Rıza 5.Teslimiyet 6.Muhabbet
7.Marifetullah
"Bana şükredin, nankörlük etmeyin."(Bakara 152)
İmanı iki bölüm, iki yarım olarak düşünürsek; yarısı sabırdır yarısı da şükürdür.
"Resulullah (sav) namaz kıldığı zaman bazen ayakları şişinceye kadar ayakta dururdu. Aişe Radıyallahu anha:
"Ey Allah'ın Resulü! Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını sana bağışladığı halde yine bunu mu yapıyorsun?" dedi. Bunun üzerine:
"Ey Aişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdu.(Müslim)
Rabbimiz Teâlâ, Hz. Musa (a.s)’ a vermiş olduğu bazı nimetleri kendisine hatırlatması üzerine; Musa’nın (a.s) aklına birden Âdem (a.s) geldi. Dedi ki: “Ya Rabbi! Âdem’ i (a.s) ilk insan olarak yarattın. Kendi ruhundan ruh üfledin. İlk insan olarak cennete yerleştirdin, sonra Havva’yı yanına ihsan buyurdun ve pek çok nimetlerle donattın. Dünyaya indi, tövbesini kabul eyledin. Peki, bu kadar çok nimete karşı Âdem (a.s) nasıl olacak da şükrünü eda edecek, şükrünü nasıl ifa edecek?” bu sorunun cevabı bütün insanlar için, müminler için çok büyük bir müjde olarak ortaya çıktı. Rabbimiz buyurdu ki Âdem derse ki; “ Elhamdülillahi rabbil alemin“ ona yeterli gelir. Musa (a.s) pek sevindi, memnun oldu. Çünkü gerek peygamberler, gerek salih müminler ve gerekse bütün insanlar üzerinde Rabbimizin o kadar çok nimeti var ki; o nimete karşı şükran borcunu ödeme hissiyatı, insaf sahibi her insanda kendisini gösterir. Özellikle Allah’ını bilen, kitabını bilen, peygamberini bilen bir mümin, Rabbine karşı şükredenlerden olmak için üzerine ne düşüyorsa yapma derdine düşer. Bu kullar ne büyük müjde... Bir kul “Elhamdülillahi Rabbil âlemin” dediği zaman, Rabbimizin vermiş olduğu nimetlerin hepsine kâfi gelmesi ne büyük nimet. Çünkü biz, Fatiha-yı Şerifeyi -Elhamdülillah- günde en az kırk defa okuyoruz. Başlarken Fatihaya “Elhamdülillahi Rabbil âlemin” diye başlıyoruz. Bu da bizim için ayrıca büyük bir şükürdür. O kadar çok nimetin içerisindeyiz ki; mutlaka şükreden kullardan olmamız, kendi yaratılışımızdan bize verilen icadî ve Rabbimizin bizi yarattıktan sonra hayatımızı devam ettirecek imdâdi nimetleri bize şunu söylüyor: “Rabbine hamdet, şükret, Rabbine yönel, Rabbini an, Rabbine karşı nankör olma.”
Öyle nimetler içerisindeyiz ki bir kısmı maddi nimetler, bir kısmı manevi nimetler, bir kısmı zahiri -gözle görünür nimetler-, bir kısım bâtıni -gözle görülmeyen- nimetler. Bir kısım nimetler de var ki; içerisinde olduğumuz halde bilemediğimiz nimetler.
Öyleyse “Halbuki Allah'ın nimetlerini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. “ (Nahl 18)
“Sizde nimet namına ne varsa hep Allah dandır. Sonra size sıkıntı dokununca Allah’ a feryad edersiniz. “ (Nahl 53)
Resulü Kibriya öyle buyuruyor: “Allah (cc) bir kula nimet verir o kul da Elhamdülillah derse, Elhamdülillah demiş olduğu hamd-ü sena verilen nimetten daha büyüktür.“
Yine Allah’ın Resulü öyle buyuruyor: “Her kim ki belaya kalmış, hastalık içinde olmuş bir kimse görür de “Elhamdülilehillezi afeni min mebteleke bihi ve feddaleni aleke kesiri minmen halağa tafdile.” derse Allah; o kimseye o bela ve hastalığı vermez, onu afiyetle kılar.”
İmam Katade (r.a) Rabbimizin şu ayetini şöyle tefsir ediyor: “inne rabbene la gafurun şekur” “Şüphesiz ki Rabbimiz pek bağışlayıcı ve şükredenlere karşılığını vericidir.” Burada ‘çok affeden” derken çok büyük günahları affeden, “Şekur” derken de çok az şükre pek büyük nimet, pek büyük karşılık veren yani; çok büyük günahları bağışlayan, çok az olan mükâfat, amel, şükür, hamde büyük mükâfat veren Allah (cc), demek, büyüğe yakışan da odur. Aza çok karşılık veriyor, çok olanı da bir anda görmezden geliyor. Onu da affediyor.
Şeddat bin Evs öyle buyurdu: “Şu söyleyeceklerimi iyi dinleyiniz, ezberleyiniz. Çünkü ben Allah’ın Resul’ü söylerken işittim.” Nedir, o işittiğin Ey Evs? “İnsanlar altın biriktirme, gümüş biriktirme derdinde olduğu zaman siz şu kelimeleri, şu kıymetli cümleleri ezberlemek suretiyle, siz bunu biriktiriniz. Yani; bir insanın altın toplamasından, gümüş toplamasından, altın ve gümüşlere sahip olmasından şu duayı bilmesi, ezberlemesi kendisi için daha hayırlıdır:
“Ey Allah’ım! Senden dinde sebat istiyorum. “Ey Allah’ım! Şüphesiz ki ben, doğruluk üzerine de azmetmeyi istiyorum senin vermiş olduğun nimetlere şükretmeyi istiyorum...
Malum olduğu üzere sabır denince, şükür denince Eyyub (a.s) akla gelir. Eyyub (a.s) O haldeyken, hastalığında o kadar çok sabretmişti ki, dediler: “Ya Eyyub! Elini aç da Rabbine yalvar.” O da: “Ben üzerimde bulunan şu andaki halime şükredenlerdenim. Rabbime şükrediyorum.”dedi.
Davut (a.s) Rabbine bir gün şu şekilde hamdetti: “Allah’ a hamdolsun zatına yakışır bir şekilde hamdolsun. Rabbimiz vahyetti: “Ya Davut! Bu hamdini yazmak için görevli melekler gönderdim…“Yani hali hazırda ki yazıcı melekler yetişemez buna. Ya Davut daha ziyade görevli melekler gönderdim.
Yine aynı lafızla alakalı, Allah’ın Resulü de şöyle buyuruyor: Allah’ın kullarından bir kul elini açtı: “Ya Rab! Lekel hamdü keme yenbegı li celeli vechike ve azimi sultanik.” Bu duayı hâsseten zaman zaman fırsat buldukça mutlaka okumak gerek. Allah’ın kullarından bir kul böyle söyledi. Melekler yazmayı yetiştiremedi. Bilemediler ki buna ne yazalım? Semaya çıktılar. Rabbül Âleminin huzuruna vardılar: “Ya Rab! Kulunun biri: “Ya Rab! Lekel Hamdü keme yenbegı li celeli vechike ve azimü sultanik.” böyle dedi. Biz de bilemedik buna ne yazalım. Rabbimiz buyurdu ki: “O ne dediyse aynen söylediğini yazınız. Bana kavuşunca o sözün, o hamdın mükâfatını ben vereceğim.” Yani sizin kalemleriniz onun sevabını yazmaya yetmez.
Allah’ın Resulü anlatıyor: “Cibril-i Emin geldi. Ey Allah’ın Resulü! Sana öyle kelimeler öğreteceğim ki Musa (a.s) elinde asası, firavun ordusuyla birlikte yaklaşmış, müminlerden bir kısmı telaşa düşmüş: “Ya Musa işte geldi, yetişti firavun. Biz, deniz ile düşman arasında kaldık.” Allah’ın Peygamberi Musa (a.s) çok sakin, vakur: “Allah bizimle beraber, telaş etmeyin. Mutlaka bir yol gösterecek.” Cibril-i Emin Musa (a.s)’ a geldi. Musa (a.s)’dan şu cümleleri söyleyerek asasını denize vurmasını istedi. O duayı Musa (a.s) denize vurunca toz toprak olan denizin ortasında yol açıldı. Bunu sana öğreteyim mi? Musa (a.s) asasını denize vururken okuduğu duayı sana öğreteyim mi ya Muhammed? Allah’ın Resulü buyuruyor ki: “Anam babam feda olsun! Öğret ey Cibril. “ Biz de şimdi Allah’ın Resulü’ Anam, babam, canım feda olsun Ya Resulallah! Sen de bize öğret. Allah’ın Resul’ ü Cebrail (a.s) dan şu duayı öğrendi ve ümmeti Muhammed’e öğretti : “Allahümme lekel hamdü ve ileykel müşteke ve entel müsteğas velahavle vela kuvvete illa billâh.” İşte Musa (a.s) bu dualarla birlikte asasını denize vurdu, deniz yarıldı.
Allah’ın Resulü şöyle buyuruyor; darda kalmış, zorda kalmış, sıkıntıda kalmış, düşman tasallutunda kalmış, her kim de bu duayı okur ise Rabbim onu o sıkıntısından kurtarır. Bu hadis-i şerifi rivayet eden Hz. Abdullah diyor ki: Allah’ın Resulünden bunu duyduğum günden itibaren hiç terk etmedim. Hz. Abdullah’tan bunu öğrenen Ebu Vail- diyor ki; Abdullah’ tan bunu duyduğum andan itibaren hiç terk etmedim. Ebu Vail den duyan Ağmeş, o da diyor ki; Ebu Vail’ den duyduğum günden itibaren bu duayı hiç terk etmedim.
İbret verici olması hasebiyle şöyle bir kıssa anlatılır: Mecid bin Abdulaziz bin Ebi Ravad anlatıyor: Annemden duydum. Merv’de kadının birisi vardı, Allah ona 9 tane kız çocuğu nasip eylemişti. Hamile oluyor, kız çocukları sayısı arttıkça bir sonrasının erkek çocuğu olması duygusu içerisinde oluyordu. 4, 5, 6, 7, 8, 9 tamamı kız çocuğu oldu. Bir yandan da “Acaba niye erkek çocuğu olmuyor?” diye kendi kendisine yakınıyordu. Onuncuya hamile olmuştu. Biz kadınlarla birlikte yanındaydık. “Ya yine kız çocuğu olursa?” dedi. Biz de dedik ki: “Ne güzel. Rabbim ne takdir etmişse o olur. Onuncusu kız çocuğu da olsa hamdedeceksin, şükredeceksin.” O da dedi ki: “Erkek çocuğu olursa hamdederim, kız çocuğu olursa niye hamdedeceğim ki!” Biz de dedik ki: “Tövbe! Sen ne diyorsun hatun. Rabb’ ül Alemin kız çocuğu nasib ettiyse; kız çocuğu olur. Sen gel şu dokuz tane kız çocuğuna şükret, hamdet yine kız çocuğu olursa: “Ya Rab! Sana yine şükredeceğim, hamdedeceğim.” de. “Yok” dedi. “Kız çocuğu olursa şükretmem.” Doğum yaklaştı bir de ne görelim. Dünyaya gelen ne erkek çocuğu ne de kız çocuğu. Hınzır suretinde bir mahlûk dünya ya geldi. Onun için, Rabbül Alemine hamdetmek, şükretmek, Rabbül Aleminin vermiş olduğu nimetlere hamdetmek, onun nimet olarak devamını sağlar. Ne olurdu onuncusu da yine eli yüzü tertemiz bir kız çocuğu olmuş olsaydı? Tabi feryad-ı figan ettiler. Anlaşıldı Allah’ a hamdetmeden, şükretmeden böyle bir musibetin başa geldiği.
Allah’ın Resulü herhangi bir tepeye, bir yüksek yere, bir yokuşa çıktığı zaman dinlenir, şöyle dua ederdi:” Allah’ım! Her üstünlük üzerinde üstünlük ve şeref senindir, sana aittir Her halde hamd-ü sena sana aittir.” Yani sana hamdolsun! Yokuşsa çıkartan sensin, yokuşsa düzlüğe vardıran sensin. Yükseklikse senin şerefin her şeyden daha yüce Ya Rab! Onun için makam, mevki hasep, nesep, şeref sahibi olan kimselerin dilinde bu olmalıdır: “Allah’ım! Senin şerefin, şanın her şeref ve şanın üzerindedir, ondan üstedir.”
Allah’ın Resulü bir adama uğradı. Yanından geçerken dilinden adamın şu ifadeler dökülüyor idi : “Bana İslam yolunu gösteren, beni İslam’ a yönelten Allah’ a hamdolsun. Beni ümmet-i Muhammed’ den kıldığı için de ona hamdolsun.” Allah’ın Resulü adama yöneldi: “Ne kadar güzel şükrettin, ne kadar büyük hamdettin.” Allah’ın Resulü bu şekilde onu tebrik etti.
Ebu’d-Derda Hazretleri anlatıyor: Allah’ın Resulünden işittim. Allah’ın Resulü buyurdu ki: “Rabbimiz Teâlâ Hz. İsa (a.s)’ a hitaben: “Ya İsa! Ben senden sonra bir ümmet göndereceğim. O ümmet ki; hoşuna giden, sevdikleri bir şey başlarına gelirse hamdederler, şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şey; kaza, bela, musibet, sıkıntı gelirse sevabını Allah’ tan beklerler ve sabrederler. Hilimleri de ilimleri de olmasa böyle yaparlar.” Allah’ın Resulü buyuruyor ki: “Ya Rab! Nasıl olur da ilimleri yok, hilimleri yok yine de onlar bu fazilete erişirler?” Rabbimiz öyle buyuruyor: İsa (a.s) soruyor tabi. “Ya İsa! Ben onlara kendi katımdan, ilmimden de hilmimden de vereceğim. Onlar sabır etmesini de bilecek şükretmesini de bilecek.”
Öyleyse ümmet-i Muhammed’ in diğer ümmetlerden ayrıldığı en yüksek özelliklerinden, meziyetlerinden birisi de bu ümmetin sabır ümmeti ve şükür ümmeti olmasıdır.
Peygamber Efendimiz (sav) buyurdular ki “Müferridun” öncü olarak geçti gitti. Dediler ki: “Ya Resulallah! “müferridundan” maksat nedir?” Zikir ehli ve şükür ehlidir. Bir kimse Allah’ ı zikretmeden şükredenlerden olamaz. Allah’ ı zikredenler, Allah’a şükredenlerdir. Musa (a.s) Rabbimize sordu: “Ya Rab! Senin katında en sevdiğin kullar kimdir?” Musa (a.s)’ “Beni en çok zikredenlerdir, zikri çoğaltanlardır.” buyurdu. Çünkü bir kimseyi ilahi azaptan kurtaracak en güçlü kurtarıcı Allah’ı zikirdir. Rabbül Âlemini kul zikrettikçe Rabb’ül Âlemin de ona şükrü nasip eyler.
Fudayl bin İyaz- buyuruyor ki:” Bir kul can-ı gönülden “elhamdülillah” derse; konforlu yataklarda, en güzel hanımlarıyla birlikte olsa bile o kimse Allah’ a şükretmiş olur. Yeter ki; can-ı gönülden “elhamdülillah” demeyi bilsin. O “elhamdülillah” ifadesi Rabbimizin vermiş olduğu tüm nimetlere hamd olarak kaydedilir.”
Hz. Abbas buyuruyor ki: “Kıyamet günü ilk hesabı görülüp cennete girdirilecek zümre, hatta bir ifade de hesap olmadan hesapsız kıyamet günü cennete girdirilecek ilk zümre, Allah’ a varlıkta, darlıkta, zorlukta, kolaylıkta şükreden, hamdeden zümredir.
Muhammed bin Kaab el-Gurazi (r.a) bir takım insanlar: “Bize nasihat eyle, bize sohbet eyle Ey Allah’ın Sevgili Kulu!” dediği zaman o da şöyle nasihat etti: “Ey insanlar! Benden iki şey ezberleyiniz, iki şeye devam ediniz. Allah’ın nimetine şükretmek ve imanda ihlâslı olmak. Şükür ve ihlâs ehli olursanız; dünya ve ahiret hayatınızı kurtarmak için size kâfidir, yeterlidir.”
Allah’ın Resulü buyuruyor: “Her hangi bir kula nimet ulaşır da o kul “elhamdülillah” diye dili ile şükretmese bile bu nimet Allah’tandır diye bilse, o nimete şükür olarak yeter. Bu da ayrı bir müjde. Hani taaccüb eden olmuştur belki. Bir kul diyecek ki “Elhamdülillah”, verilen nimetlerin hepsine kâfi gelecek. Bu ise daha ötesi. “Siz de her ne nimet varsa hepsi Allah’ tandır.” Kul sadece bunu bilse, diliyle “Elhamdülillah diye şükretmemiş olsa bile” nimetin varlığını, verenin Allah olduğunu bilmesi o kimsenin nimetine şükür olarak yeter.
Şükreden kimsenin faziletini ifade için herhalde şu Hadis-i Şerif bile yeterlidir. “Yiyen ama yediğine şükreden bir kimseye Allah gece namaz kılan, gündüz oruç tutan sevabını, mükâfatını verir…

Gecenin Bereketi

Gecenin Bereketi

Gece-gündüz Rabbimize kullukla emrolunduk. “Ve sana (yakîn) ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.”1 “Haydi siz, akşama ulaştığınızda (akşam ve yatsı namazlarında), sabaha kavuştuğunuzda (sabah namazında), gündüzün sonunda (ikindi namazında) ve öğle vaktine eriştiğinizde (öğle namazında), Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.2 Beş vakit namazın, tesbih, tahmid, takdis, tenzih, tehlil, temcid, dua, mü-nacaat, tezellül, tevazu, huzur ve huşunun, gece ve gündüz eda edilmesi gerektiği bu ayet-i celilede bildirilir. İbni Abbas (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Ebu Abbasi’l Kassab (k.s): “Benim sabahım ve akşamım yoktur. Bütün vakitlerim fenâ (Allah’ın aşk ve muhabbetinde yanıp kül olma) deryasında müstağraktır.” diyerek her an huzuru daimde olduğunu ifade eder. İbnül’ vakt (içinde bulunduğu zamanda kendisinden istenen ne ise onu yerine getiren) kul, Mevlâsına âşıktır her zaman. Sabah ve akşama yemin eder Allah (c.c) Kur’an’ında. “Andolsun örtüverdiği zaman geceye. Ve açıldığı zaman gündüze.”3 “Kasem olsun kuşluk vaktine. Ve sakin olduğu zaman geceye.”4 “O Halik-ı Zîşan sabahı yarıp çıkarandır.”5 “De ki, sabahı açan (aydınlatan) Rabbine sığınırım.”6 Peygamberimiz (s.a.v): “Güneş doğuncaya kadar mescidde oturmayı, dört köle azat etmekten daha çok severim.” buyurur. Sabahtan güneşin yükselmesine kadar olan vakit kıymetlidir. “Ve açılmaya başladığı zaman gündüze”7 yemin eder Allah (c.c).
Güneş doğuncaya kadar istiğfar, tevhit ve salat ü selamla meşgul olunur. Her rekatta ihlas-ı şerif okunarak işrak namazı kılınır. Daha sonra istirahat edilir. Kuşluk vakti de namaz ve zikirlerle ihya edilirse ecre nail olunur. Ebu Hureyre (r.a), Peygamberimiz (s.a.v)’den: “Kim iki rekat kuşluk namazını devamlı kılarsa, denizin köpüğü kadar da olsa günahları, bağışlanır.”8 hadisini nakletmektedir. Ukbe b. Amir (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte Tebük seferine katılmıştım. Rasûlullah ashabı ile oturup konuşurken: “Kim kuşluk vakti kalkıp iyice abdest alıp sonra iki rekat namaz kılarsa günahları bağışlanır ve annesinden doğduğu gün gibi temiz olur.”9 buyurdu.
Kuşluktan Öğleye Kadar
* İlimle,
* Zikirle,
* Yoksullara infakla,
* Ticaretle meşgul olunur.


Akşam eve selamla girip, farz namazı cemaatle eda ettikten sonra altı rekat namaz kılınır. Ebu Hureyre (r.a)’nin rivayet ettiğine göre Efendimiz (s.a.v): “Kim akşam namazından sonra çirkin bir söz söylemeden altı rekat namaz kılarsa, bunların sevabı on iki senelik nafile ibadetin sevabına eşit olur.”10 “Kim akşamdan sonra altı rekat namaz kılarsa, günahları denizin köpüğü kadar da olsa bağışlanır.”11 buyurmuşlardır.
Yatsı namazından sonra abdestli olarak yatana Peygamberimiz (s.a.v) şu müjdeyi verir. İbni Abbas (r.a) rivayet ediyor: “Bu vücutları temizleyin ki, Allah da sizi günahlardan temizlesin. Zira abdestli olarak yatan bir kulun yanında, onunla birlikte bir melek geceler. Gecenin bir saatinde (bir taraftan öbür tarafa) döndüğünde melek: “Allah’ım! Kulunu bağışla, çünkü o abdestli olarak yattı diye dua eder.”12 Abdullah (r.a)’ın rivayetinde şöyle denilmektedir: “Gece kılınan namazın gündüz kılınan namaza üstünlüğü, gizli verilen sadakanın, âşikar verilen sadakaya olan üstünlüğü gibidir.”13 İbn Ab-bas (r.a): Rasûlullah (s.a.v) bize gece namazını emretti. Buna o kadar teşvik etti ki, “Bir rekat bile olsa gece namazını kılmaya devam
edin.”14

Gece ve Seher
Zamanın değeri o anda zuhur eden hadiseden dolayıdır. Gecenin kıymeti Kur’an’ın nuzûlü sebebiyledir. “Biz O’nu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz uyarıcıyız.”15 “Şüphesiz ki biz O’nu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.”16 Gecenin fazileti hakkında ayet-i celileler bitmez. “Yoksa o, ahiretten çekinip Rabbinin rahmetini umarak gece saatlerinde secdeye kapanan, kıyamda iken ibadetle geçiren kimse (gibi) midir?”17 “Ve gecenin bir kısmında O’na secde et. Ve O’nu gece boyunca tesbih et.”18 “Korku ve ümitle, Rablerine yalvarmak üzere onların vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.”19 “Onlar gecenin az bir kısmında uyurlar (çoğunda namaz kılarlar)dı.”20 “Gecenin bir kısmında kalk ve sana mahsus fazlalık olmak üzere O’nunla (Kur’an’la) namaz kıl.”21
Efendimiz (s.a.v)’in dünyayı teşrifiyle dört mevsim içerisinde bahar gibi kıymetli olan seher hakkında Rabbimiz (c.c): “Sabreden, dürüst olan, huzurda boyun büken, hayra harcayan ve seher vaktinde Allah’tan bağış dileyenler (dir onlar).”22, “Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.”23 buyurmaktadır.


Her şeyden ayrılıp gece sessizliğinde Mevla ile başbaşa kalınan esrar dolu gecenin önemi: “Şüphesiz gece saatleri hem daha etkili, okumak bakımından daha sağlamdır. Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var.”24 ayetiyle haber verilir. Gece yetişen nefis daha olgundur. Evliyaullahın teveccühü (kalben yönelişi) de o andır. Sami Ramazanoğlu (k.s): “Gece yapılan evratla gündüze kalan evrat arasındaki fark, kazaya kalan oruç gibidir.” buyururlar. H. Ali Ramitenî (k.s) (591/721): Bir iş üzerinde üç kalb birleştiği zaman kulun muradı hâsıl olur, demiştir.

Üç Kalp
1- Mü’minin kalbi,
2- Kur’an’ın kalbi (Yasin-i Şerif),
3- Gecenin kalbi (Seher vakti)
Efendimiz (s.a.v), mübarek ayakları şişinceye kadar geceleri namaz kılarlardı. Cibril-i Emin: Yâ Rasûlallah! Nefsine bu kadar me-şakkat verme deyince, Efendimiz (s.a.v): “Ben Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdular.
Bilal ve Ebu Umame (r.a)’den rivayetle Peygamberimiz (s.a.v): “Gece ibadetinde bulunun. Bu sizden önceki salihlerin adetlerindendir. Gece ibadeti Allah’a yakınlık, günahlara son verme, kötülükleri örtme ve bedenden hastalığı atmadır.” buyurmaktadır. Verem hastalığına tutulanların gece çamlıklar arasında dolaştırılması çok mânâlıdır.
Nebiler Nebisi (s.a.v): “Cennette öyle odalar vardır ki, içi dışından, dışı içinden görülür. Allah (c.c) onları, sözü yumuşak söyleyenlere, yemek yediren, oruca devam eden, insanlar uykuda iken gece namazı kılanlara hazırlamıştır.” “Gece bir saat var, Allah’tan hayır dileyin. Herhangi bir Müslüman duasını bu saate denk getirirse, istediğini Allah Teâlâ ona verir.” “Bir adam geceleyin hanımını kaldırır ve birlikte iki rekat namaz kılarlarsa veya kılarsa zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar.” buyurmaktadır.

Onların Gece Hayatı
Hz. Aişe (r.anha): “Râsûlullah (s.a.v.)’ı Allah (c.c) uyandırırdı. O hizbini (Kur’an’dan okuduğu bölümü) bitirmeden seher vakti girmezdi.” Efendimiz (s.a.v), Abdullah b. Ömer (r.a), ne iyi bir insandır, fakat gecenin bir kısmında namaz kılmayı adet edinseydi.” buyururlardı.


Hz. Ebubekir (r.a) ev halkıyla biraz sohbet ettikten sonra onları yatırıp, abdest alarak iki rekat namaz kılarlardı. Sabaha bir saat kalıncaya kadar murakabe yapıp (Rabbimizin kendini gözetlediğini düşünür, sonsuz kudret ve tecellilerini tefekkür edip) bir ah ettiğinde ağzından çıkan nur, Kabeyi ve etrafını aydınlatırdı. On rekat te-heccüd (gecenin bir kısmında uyuyup sıcak yatağını terkederek kıldığı) namazını kılar, ev halkını uyandırırdı. Sabah namazının sünnetini evde kıldıktan sonra cemaate iştirak ederlerdi.


Ebu’d-Derda (r.a): “Eğer öğle vaktinin sıcakları (oruç) ve gece ibadetleri olmasaydı ben bu dünyada yaşamayı sevimli bulmazdım.”
Kısa ömürlerinden uzun bir hayat için taatlara koyulan Üveys el-Karani (k.s), geceyi tamamen ibadetle geçirir, sabaha kadar secdede kalırdı.
Abidlerden Ezher b. Muğis: “Gece rüyamda güzel bir kadın gördüm. O’na:
- Kimsin? Diye sordum. O:
- Cennet hurilerindenim, dedi.
- Benimle evlenir misin? Dedim. O:
- Mihrimi hazırla, dedi. Ben:
- Nikâh mihrin nedir? Diye sordum. O:
- Nikâh mihrim, çokça, geceleri ibadettir, dedi.


Ali b. Dekkak (k.s): “Kırk seneden beri beni üzen tek şey, sabahın olmasıdır.”


Fudayl b. İyaz: “Güneş batarken, Allah’ımla başbaşa kalacağım diye sevinirim. Güneş doğarken de, insanlarla başbaşa kalacağım diye üzülürüm.”


İbn Münkedir (k.s): “Dünya lezzetinden üç şey kalmıştır:
1- Gece kıyamı,
2- Dostlarla buluşma,
3- Cemaatle namaz kılma.”


Hace Muhammed Baki (k.s) (973/1013), gece Kur’an’ı hatmeder, teheccüd namazını kılar; fecr-i sadıktan sonra sabah namazını eda ederdi. Güneş doğuncaya kadar Yasin-i Şerif okur, ellerini arşa kaldırarak: “Yâ Rabbi! Geceler ne kadar tez geçiyor.” diye yakınırdı.

Gece; âşıkın husûsi tecelliye mazhar olduğu, marifetin nihai makamına erdiği, sevgilinin yanında kadrini bildiği andır.

1- Hicr: 15/99
2- Er-Rum: 30/17-18
3- Leyl: 92/1-2
4- Duha: 93/1-2
5- En’am: 6/96
6- Felak: 113/1
7- Tekvir: 81/18
8- İbn Mace, Tirmizi
9- et-Tergib ve’t-Terhib, İmam Hafız el-Münziri

10- İbni Mace; “Sahih”inde, Tirmizi rivayet etmiştir.
11- Taberani
12- Taberani, Evsat
13- Taberani, Kabir
14- Reğb, Terhib
15- Duhan: 44/3
16- Kadir: 97/1
17- Zümer: 39/9
18- İnsan: 76/25
19- Secde: 32/16
20- Zariyat: 17
21- İsra: 17/79
22- Âl-i İmran: 3/17
23- Zariyat: 51/18
24- Müzemmil: 73/6-7

Rahmet Mevlam Halime

Rahmet Mevlam Halime

Kendisini dokuz ay karnında, iki yıl bağrında, bir ömür boyu sevgisini kalbinde taşıyan anaya, parmağına taş değse gönlü sızlayan babaya, başına bir sıkıntı gelse, yardıma koşan akrabaya, şefkat duyar insan.. Evlilik mahsulü meydana gelen yavru, ana ve babasının birbirine duyduğu sevginin eseridir. Evladın dünyaya gelişine sebep olan mahalle ana rahmi, ana rahminden doğan kişiler arasındaki yakınlı-ğa, sıla-i rahim denmiştir.
Allah ve Rasûlünden sonra, rahm-i mader’den dünyaya gelişimi-ze sebep olan, ana ve babaya itaatle, yakın akrabayı gözetmekle, bütün insanlığa “rahim” davranmakla emrolunduk Kitab-ı Hakim’de...“Allah’a ibadet edin, O’na hiçbir şeyi ortak etmeyin, ana-babaya da iyilik edin, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın akrabaya, yolcuya ve sağ elinizin sahip olduklarına, kölelere iyilik edin”. Allah kendini beğenip, böbürlenenleri elbette sevmez.1 Bir intizam içinde seyreden gökcisimleri ve yıldızlar, birbirini sevgiyle tutmasa, güneş, ay’dan ışığını esirgeyip şefkatle bakmasa, alemde düzen mi kalır?
Toprağa küsüp, yönünü çevirse güneş, nebat mı biter yerde? “O’dur ki; rahmetinin önünde, rüzgârı müjdeci olarak gönderir. Nihayet bunlar, ağır yüklü bulutlar yüklendiğinde, biz onu, ölü bir memlekete gönderir, su indirir, onunla her türlü mahsulleri yetiştiri-riz. İşte ölüleri de böylece çıkarırız. Tâ ki iyice düşünüp ibret alasınız.”2
Semavat ve arz, halk olunan bütün mahluk, sevgisinin, şefkatin, engin rahmetin eseri değil mi?
“Sen olmasaydın, Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” bu-yrulan Fahr-i Kâinât, Hülasa-i Mevcudât Muhammed Mustafa (s.a.v)’ya duyulan sevgi, yaratılış sebebidir âlemin... Kâinatın oluşumu bile, sevgi ve rahmettir. Hadis-i Kudsî’de bir mânâya göre: “Tanınmayı sevdim de, âlemi halk ettim.” buyurur Cenâb-ı Hakk..“Rahmetim ise her şeyi kapsamı içine almıştır.”3
Öyle ise bu azab niçin? Rahmet, Allah’ın zatının gereği, azab ise kullarının günahlarının icabıdır.4 Cehennemi gezen Yunus Emre, Malik’e, “Hani burada yanan ateş?” dediğinde Cehennemin kapıcısı Malik: “Ya Yunus! Burada herkes kendi ateşine yanar. Zaniler zina ateşine, caniler cinayet ateşine, hainler hiyanet ateşine, asiler isyan ateşine yanar.” der.
Allah’ın umumi rahmetinden herkes nasibini alır. İblis bile, önceleri Cennette yaşamış ve, “Bana mühlet ver.” dileği dahi yerine getirilmiştir.
“Ey Muhammed! Biz seni bütün mahlukat için, sadece bir rahmet olarak gönderdik.”5 ayet-i celilesi nazil olunca, İblis: “Yâ Rab! Habibini alemlere rahmet olarak göndermişsen, ben de bu alemdenim, ben de nasibimi isterim.” deyince Hâlik-ı Zülcelâl, Hazreti Âdem’den beri bir melek tarafından kendisine vurulan kamçı cezasını kaldırdı.6
Mahşer meydanında terlere batan asilerin: “Bizi bu ter deryasından kurtar da, cehennemine at.” diyen kafirlerin hesabının tez görülmesi de rahmet olmuştur kafirlere.
Efendimiz (s.a.v)’in doğumunda, “Sevbiye” hatunu hürriyetine kavuşturan Ebu Leheb’in, bu şuursuzca hareketinin neticesinde bir pazartesi parmağından fışkıran suları emerek, kabrinde rahata ermesi de rahmettendir.
“Şefaatim, ümmetimin günahkârları üzerinedir.” Hadis-i Şerifi ile bizim gibi günahkârlara rahmettir Efendimiz (s.a.v).
“Ben sadece bir rahmet ve hidayet rehberiyim (peygamberiyim).”7
“Ne olur müşriklere beddua edin.” denince Efendimiz (s.a.v): “Şüphesiz Ben çok lanet edici olarak gönderilmedim, ancak rahmet edici olarak gönderildim.” buyurur.
Allah (c.c), rahmeti yüz parça kılmış, doksan dokuzunu kendi yanında tutup, bir cüzünü yeryüzüne indirmiştir. Bütün halk, mahlukat, bir cüz sayesinde birbirlerine merhamet ederler. Hatta yavrusunu incitme korkusuyla, kısrağın ayağa kalkması bu rahmetin eseridir.8
Her varlık, Bab-ı Rahman’a koşar. Bizi bağrına basan, okşayıp öpen, rahmeti ile rahim Mevlâ’nın arındırıp temizleyen Beytullah’a her gün inen yüz yirmi rahmetin; altmışı namaz kılanlara, kırkı tavaf edenlere, yirmisi de nazar edenlere, buyurulan “Baba Ocağı”na koşarız hep. “Vucûd-u Saadetlerini saran toprağın, Kabe’den, semadan, Bey-tü’l Mamur’dan, Sidre-i Munteha’dan, Arş-ı Azam’dan da daha kıymetli olan Kabr-i Şerif’lerini ziyaretle, Ebu’l-Beşer Rasûlü Ekrem (s.a.v.)’in “Ana kucağı”na atılırız hep.

“İlmi ile amil olan alimin, yüzüne bakmak ibadettir.” Hadis-i Şe-rifi ile övgüye mazhar önderlerin dergahına da Habibullah’ın ve Zat-ı Ecellu A’la’nın muhabbetine erişmek için eşiğine baş koyarız hep.

1- Nisa: 4/36
2- A’raf: 7/57
3- A’raf: 7/156
4- Ebussuud, 2/201
5- Enbiya: 21/107
6- Ebu Said Muhammed Hadim-Berika
7- Darimi Sünen-Mukaddime
8- Buhari, Kitabu’l-Edeb

Varlığını Bilmek

Varlığını Bilmek

Âlemde ne varsa, her şey Allah’ındır. “Göklerin ve yerin mutlak (hükümranlığı) O’nundur.”1 Yaratılan her nesne, hilâfet görevini üstlenen insanoğlu Hâlikına karşı en güzel bir şekilde vazifesini icra etmekle memurdur. “Allah göklerde ve yerde ne varsa tümünü kendi katından size müsahhar kıldı.”2 Emanetlerin teklif edildiği, isimlerin öğretildiği, meleklerin secde etmekle emrolunduğu, ruh ve kalbiyle âdemiyet sıfatını elde ederek ahsen-i takvime ulaşan insan, muhtelif şekillerde tanımlanır. Kelimenin türediği “üns” sözcüğü ile insan, her gördüğüne, her duyduğuna, olur olmaz şeylere gönül bağlayan bir karakterde görünmektedir. Oysa insan, aklını başına alıp, yaratılanı yaratandan ötürü sevmeye başlarsa, mahbûb-i hakîkiye muhabbet eder. “Nesî” (unutmak) fiilinden “çok unutkan” manasına insanı tarif ettiğimizde, onun neleri unuttuğunu tesbit etmemiz gerekir.

1- İnsan, elest bezminde: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”3 sualine, “Evet sen bizim Rabbimizsin.” ahdini unutmuştur.
2- Hiçbir vakit unutmamamız gereken Halik-ı Zülcelal’i unutmuştur insan. “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kenunutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” 4 Unutmanın zıddı hatırlamaktır. Ancak, yâd etmek anlamlarına gelen zikir, Allah’ı unutmamak, nisyan ve gaflet halinde olmamaktır. Dikkat edilirse, taatlerin gayesi de Allah (c.c) ile irtibat kurmaktır kalben ve rûhen. “Beni hatırlamak ve anmak için dosdoğru namaz kıl.”5 İbadetler yaratılışımızın, terbiye edilmemizin bir teşekkürüdür. “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin.”6 Semavat ve arzın,7 güneş ve ayın,8 suyun ve ateşin,9 nebâtat,10 hayvanat11 ve insanların yaratılışında, Halik-i zül-Celal’in yüce kudretini görmemek mümkün mü? “Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.”12Allah’tan başka yaratıcı yoktur.”13 Bu kainattan daha bedî (üstün) bir şey imkan dairesinde mevcut değildir.”14 Zuhuru perde olmuştur zuhura Gözü olan delil ister mi nura?
Hüdâi Varlığın bilme ne hacet, kürre-i âlem ile, Yeter isbatına halk ettiğin bir zerre bile.


“O Kur’an’ın hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi?”15 Kurtubi, “Kendilerindeki deliller; ince sanat ve eşşiz hikmettir. Küçük, büyük abdest yolları, bir damla su ile gören, yerden göğe beş yüz yıllık mesafeyi seyreden iki gözü, farklı sesleri birbirinden ayıran kulaklarıdır.” buyurur. “Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır, görmez misiniz?”16Alman bir doktor, muayenesinde, gırtlaktan sağ akciğere doğru İlâhi kudretle yazılan “tevhidi” görür görmez iman etmiştir. Mürşidi kâmilin salikâne tarif buyurdukları “nefy ü isbat”, “Lailahe illallah” zikri ne kadar anlamlıdır.Bundan sonra nefy u isbat, Gelir tevhid gider zulmet, Lakin çok istermiş gayret Fikren buna devam lazım. Nefesini çeken içe, Tek olacak, varın üçe, Yirmi bire yol aça, Maksut, matlub, rıza lazım. Yazmakla bu iş bilinmez Sadra yazılır silinmez Bu ders herkeste bulunmaz Lakin tarif etmek lazım.17 İmamı Gazâlî âfak ve enfuste (kendi nefsimizde ve dışımızda) Allah’ın eşsiz kudretini şöyle anlatır:
Kadın ve erkeğin kalbine muhabbet bahşeden O. Ana rahminde nutfeyi koruyan, kana, ete, kemiğe çevirip üstünü etlerle örten, sinir ve damarlarla ören Allah’tır.
Dudakları; ağzın kilidi, yüzün güzelliği, dili; duygularımızı ifade etmeye çalışan, tatma organı kılan, acı bir madde ile kurt ve böcekten, toz ve dumandan kulağı koruyan O’dur.
Buruna koklama duygusunu, hançereye nâme çıkarma özelliğini bahşeden, Adem (a.s)’den beri sesleri, yüzleri, parmak ucundaki kıvrımları birbirinden farklı kılan Allahu Zülcelal’dir.
Parmakların dizilişini, ayakların üzerine durabilecek tarzda yaratılışını, elli beş parça kemikten başı, beş yüz yirmi dokuz adaleden vücudu, muhkem bir kal’a içerisinde beyni, göğüs kafesinde kalbi yaratan O’dur. Unutma ve hafıza nimetlerini bir düşünelim. Unutma nimeti olmasa, afetler, felaketler, facialar insan hayatını kahreder, zevk ve neşe olmazdı. Utanma duygusu olmasa, isyandan kaçıp emr-i ilahî’ye uymazdı insan. “Allah, yeri sizin için bir mesken, göğü de bina eden, size şekil verip de şeklinizi güzel yapan, sizi temiz besinlerle rızıklandırandır. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. Âlemlerin Rabbi Allah, yücelerden yücedir.”18
İbni Abbas (r.a): “O, yeri, hayattayken de, öldükten sonra da sizin için bir konaklama yeri yaptı. Gökleri de üstünüze yükselterek bir kubbe (tavan) yaptı. Size en güzel biçimi verdi ve sizi uzuvları birbirine uygun olarak en güzel şekilde yarattı. Başı aşağıya dönük, dört ayak üzerine yürüyen hayvanlar gibi yapmadı.” buyurmuştur.
Aklı, fikri, âzâları, rızkının temizliği ve sonsuz nimetlerle lutfu ilahîye mazhardır insan. “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız onu sayamazsınız. Hakikaten Rabbin çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”19 Sonsuz ikramda bulunan Allah (c.c)’a kulluk görevimizi icra etmemiz için yaratıldık şüphesiz. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”20 İbn Abbas (r.a): “İsteyerek veya istemeyerek, ibadet etmek suretiyle beni tasdik etsinler diye yarattım.” Mücahid (r.ha) de: “Beni tanısınlar diye yarattım.” der.
Zemahşeri ise: “Yüce Allah, insandan daha güzel surette hiçbir canlı yaratmadı. İnsan kendi nefsini ve Allah’ın kendisine vermiş olduğu nimetleri düşününce, bunların bir yaratıcısının bulunduğuna aklı şehadet eder ve Rabbini bulur.” buyurmuştur.

Dua; Kurtuluş Kapımız

Dua; Kurtuluş Kapımız

Ümitlerin yok olduğu anda yapılan dua makbuldür. Yalnız, istenilenin yerine getirilmesinden sonra Allah’ın unutulmaması gerekir. “İnsana bir zarar dokundu mu, hemen samimiyetle Rabbine yönelerek, O’na dua eder. Hakk Teala kendisine bir nimet ihsan etti mi, önce yalvarıp yakardığını unutur. İnsanları Allah yolundan sapıtmak için O’na eşler ve ortaklar koşar. De ki, bu nankörlükte kısa bir müddet daha safa sür. Sen de cehennemliklerdensin.”

Allah’ı medh ve senâ ederek, O’na aczimizi arz edip, lütuf ve yardım beklemektir dua. “(Ey Habibim!) Kullarım, Sana Beni sorarlarsa, (onlara bildir ki) şüphesiz ben (onlara) yakınım! Bana dua edince dua edenin duasına icabet ederim. O halde onlar da benim (emirlerime) icabet etsinler. Bana iman etsinler ki (Hakk’ı bulacakları yola) irşad olsunlar.”

Dua ile alakalı Tesbih ve zikir, tazarru ve niyazla gece gündüz, Allah’a yalvarıp yakaran Efendimiz (s.a.v)’in, dualarıyla ilgili hemen hemen bütün hadis kitaplarında hususi bir bölüm vardır. “Kitabü’l Ezkâr ve-d Daavât ve Tefsîruha”, “Kitabü’d-Dua” sadece buraya kaydedebildiklerimiz. Lüzum ettikçe kullanabileceğimiz ebatta daha dolu kitapçıklar mevcuttur. Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.)’nun “Dualar ve Zikirler” kitabı bunların en mühimlerindendir.

Allah’ın ezelde takdirini dua değiştirmez. Bu sebeple duaya gerek yoktur diyenlere İmam Gazali (r.a.): “Dua ile kazanın savuşturulması da kazadır.” diyerek cevap vermiştir.

Kemâlât adlı kitabından…

Muhabbet

Muhabbet

Muhabbet kelimesi “sevgi” manasında kullanılmaktadır. Ayet-i Celile’de, şiddetli sevgiden gaye aşktır. “İnsanlar içinde Allah’tan gayrısını (O’nu) emsâl edinen adamlar da vardır. Ki onlar (putlara), Allah’a olan sevgi gibi muhabbet beslerler. İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise (onlarınkinden) çok daha fazladır.” Ayette geçen “endâd” (emsal) kelimesinin putlar yahut kendilerine boyun eğilen şahsiyetler olduğu bildirilir. “Eğer Allah (c.c.)ı seviyorsanız, Bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” “Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, Allah (c.c) onların karşısına kendilerini sevdiği ve onların da Allah’ı sevecekleri bir kavim getirir.”

Yukarıdaki her üç ayette de “Muhabbet” kelimesinin, “sevgi” olarak ifade edildiğini görmekteyiz. Mütekellimlerle Ârifler arasında, bu kelimenin farklı anlaşılmasına sebep şu görüşlerdir: Mütekellimlere göre “Allah’ı seviyoruz” un anlamı, “O’na itaat ve hizmeti, O’nun bize vereceği lûtufları seviyoruz.” Anlamındadır. Ârifler ise, Allah Teala’nın zâtı için sevildiği, cennet ümidi ve cehennem korkusuyla sevilmeyeceği, O’na tazim ve rızanın her şeyin üstünde olduğu görüşündedirler. Dolayısıyla burada gaye, huzur ve ünsiyet (dostluk) elde etmektir.

Hz. İsa (a.s), ibadetle yanıp yakılan bir kavme tesadüfle ibadetlerinin sebebini sorar, onlar da, “Allah’ın ateşinden korktuğumuz için.” Dediklerinde İsa (a.s), “Allah, sizi korktuğunuzdan emin kılacaktır.” Buyurur. Bunlardan daha çok taatte bulunan bir gruba, ibadetlerinin sebebini sorduğunda, onların da cevabı “Allah’ın bize vaat ettiği cennet ve nimetler” olur. İsa (a.s) bu kavme de, “Allah’ın, size vaat ettiğini vermesi üzerine haktır.” Buyurur. Daha sonra ibadet eden bir topluluğa niçin ibadet ettiklerini sorunca, onlar da, “Biz Allah’ı sevenleriz. Ona ne ateşinden korktuğumuz, ne de cennet ve nimetlerine hasret çektiğimiz için ibadet ediyoruz. Sadece kendisini sevdiğimiz için ibadet ediyoruz.” Dediklerinde, İsa (a.s), “Gerçek Allah (c.c.) dostları sizlersiniz; sizin aranızda bulunmam bana emrolundu.” Buyurur.

Kemâlât adlı kitabından…

Kalbin Sebâtı

Kalbin Sebâtı

Bütün mahlûkat sürekli bir savunmadadır. Her varlık birine pasif iken diğerine aktiftir. Bu yapı karmaşık gibi görünen amahakikatte akıllara durgunluk veren bir intizamın temelini oluşturmaktadır.

Demir; ağaç ve bakıra aktif iken, ateş unsuruna pasiftir. Ateş; demir ve diğer maddelere aktif iken suya pasiftir. Herşey hizmetine sunulan, ekmel-i mahlûkât olan insan, gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikroba pasiftir. O halde kainatın düzeninde bir savunma, saldırı sürekliliği vardır. Cenâb-ı Hakk, yarattığı her varlığın bünyesine bu denge unsurunun gereği kendi savunma sistemini yerleştirmiştir. Böylece o varlık, helâka götürecek tüm etkenlerden kendini koruyup, hayatını idame ettirmektedir. Tıpkı, vücudun, mikrop kapan herhangi bir bölgesine otomatikman akyuvar salıvermesi gibi.

Kâinatın düzeninde var olan bu sistem, insan hayatında da söz konusudur. Düşmana karşı kurulan uygu ve radar savunma sistemlerine, denizin azgın dalgalarına sükûna erdiren dalgakıranlara kadar tüm savunma mekanizmaları hep bu sistemin gereğidir.

Madde planında durum böyle iken, mânâ planında da aynı hal söz konusu değil midir?

Nazargâhi ilahi olan: “Yerler ve gökler beni almaz, fakat mü’min kulumun gönlü beni alır.” hadis-i kudsîsi ile önemi belirtilen kalbi ve orada kök tutan imanı, Allah’tan bir nefha (üfleme) olan ruhu, Cenâb-ı Hak hiç savunmasız bırakmış olabilir mi? Şeytana karşı imânı, nefse karşı ruhu savunan güç, hiç şüphesiz zikrullahtır. “Onlar ki iman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olur (huzur bulur). Evet, Allah’ın zikri ile kalpler yatışır (rahata erer). (Rad: 13/28)

“Şeytan Ademoğlunun kalbine girmek için hücum eder. Eğer o kimse Allah’ı zikrederse, Şeytan üzülerek geri çekilir. Eğer Allah’ın zikrinden gâfil olursa (şeytan) o kalbe dahil olur.” (Kenzül-İrfan, Esad Erbili (k.s.))

İnsanı cemiyetin şehevî, hayvanî duygularından bir sera gibi koruyan, insan ve cin şeytanlarının zehir oklarına bir kalkan mesabesinde duranancak zikrullahtır. Ve o, nefsin azgın fırtınasında sükun bulduğumuz emin bir rıhtımdır.

..........

Kemâlât Adlı kitabından....

Kazancı Artıracak Âmiller

Kazancı Artıracak Âmiller

İslam’ın görünen ve bir de görünmeyen tarafı vardır. Görünen ciheti bedenen yaptığımız taatlerdir. Buna şeriat derler. Kalbî yönüne ise tarikat derler. O da ihsan mertebesidir. Hz. Peygamber (s.a.v) kendisine takva sorulduğunda mübarek sadırlarını işaret ederek: “Takva işte buradadır.” Buyururlar. “Riya ile kılınan bin rekat namazdan, haramdan son derece sakınılarak kılınan iki rekat namaz daha faziletlidir.” “Ameller niyetlere göre kıymet kazanır.” Hadisi şerifleri çok önemlidir. Niyet amel için lüzumludur. Amel ise niyet için gereklidir. Niyetin zuhur ettiği yer kalbdir. Sakat malzemeyle kurulan fabrikadan çıkan işler de böyle arızalı olur. Riyalı, ucublu, kibirli, hasedli, gıybetli ameller Salih olmaz. Böyle bir cami cemaati de defolu olur. İhlas bedenî değil, kalbîdir. Peygamberimiz (s.a.v) Hz. Muaz b. Cebel (r.a.)’e: Dinini ihlaslı olarak yaşa. O zaman az da olsa amel sana yeter.” buyurdular. Esad-ı Erbilli (k.s.): “Bedeni taatle ruhî taat arasındaki fark, trenin gidişine nisbetle karıncanın yürüyüşü gibidir.” buyurmuştur. Bedenden bir parça olan dilin Allah Lafza-i Celali’ni tekrar ile kalbin zikri arasındaki farkı Efendimiz (s.a.v), Hz. Aişe (r.anha) ve ebeveyninden nakledilen şu Hadis-i Şerif’te bildirir: “Öyle zikir vardır ki bazı zikirlerden yetmiş kat efdaldir.” Kıyamet günü geldiği zaman bütün mahlukatın hesabı görülür. Cenâb-ı Allah meleklere: “Kulumun başka bir ameli kaldı mı?” diye sorduğunda, melekler hıfzettikleri her şeyi yazdıklarını belirtince, Cenâb-ı Hakk: “Onun benim indimde bir hasenesi vardır ki onu ben vereceğim.” buyurur. “Zikrin hayırlısı hâfi olan (kalbî), rızkın hayırlısı da kifâyet miktarı olandır.” Hadis-i Şerif’i de bizleri bu konuda biraz olsun düşündürmelidir.

Bir bakkal akşama kadar ihtiyacını zor karşılarken, fabrikaları olan bir fabrikatör kısa sürede büyük miktarlar kazanır. Kalbî olan taatleri, on letaifi, tefekkürü, murakebesiyle manen zengin olanlar da bunun gibidir. Gelin bu kazanca talip olalım.

Kemale Dair Sohbetler kitabından…

İsyanla Kirlenen Gözler

İsyanla Kirlenen Gözler

Rahmetli Dudayev bir zamanlar iki dayanaklarının olduğunu söylüyordu. Biri Şeyh Şamil, diğeri ise Türkiye. Neden Şeyh Şamil? Kim bu zât? Fiziken bizim gibi bir insan. Fakat o ve onun gibilerini farklı kılan ne? İşte bu noktada karşımıza “Hulike leh”, ne için yaratılmışsak o yönde faaliyet göstermemiz, bu yaratılış amacına müstenid hâl ve tâvır içerisinde bulunmamız, nefsimize karşı, Rasûlullah (s.a.v)’a karşı ve biz bizden daha yakın olan Sevgiliye karşı samimi olmamız dusturları çıkıyor. “Beni zikrediniz, nankörlük etmeyiniz” buyuran Mevlamız, bedenini, nefsini ve ruhunu yaradılış gayesine ters olarak kullananları nankör olarak belirtiyor. Ah şu eşyanın dilini bir bilip konuşsaydık da o zaman bakın bize neler söyleyeceklerdi. Kirlenen ayna sûreti göstermediği gibi, isyanla kirlenen gözler de hakikati göremiyor, kulaklar ise Hakk’ı duyamıyor. Verilen uzuvların şükrünü eda eden Sami Ramazanoğlu (k.s)’nun bütün âzâları hakk’ı zikretmesine rağmen dilleriyle de lafza-i celâli tekrar ederlerdi.

Yediğimizden, içtiğimizden, konuşup-görüştüklerimizden, malımızdan, mülkü-müzden, ilmimizden, amelimizden hesaba çekileceğimizi unutmayalım. Bunun için sûfiler, günde üç defa nefsimizi hesaba çekmemizi öğütlerler.

Şeyh Şamil ve benzerleriyle aramızdaki fark kalbimiz ve amellerimizdir. Zirâ Cenâb-ı Hakk, bizlerin ne sûretlerine ve ne de şekillerine bakacaktır. Kalpleri zikir, fikir ve şükür; beyinleri ilim, bedenleri Allah yolunda gayret ile tezyin olan Ehlullah, taşlar arasında Yakup gibidir.

Dünya’da en güzel mücadeleyi yapanlar (cihanı sulha kavuşturanlar), zâkirlerdir. Yerine göre saçına, sakalına, dış görünüşüne bakılıp gülünen, alay konusu edilen bu insanlar, gecelerini gözyaşlarıyla sulayıp, çalışıp uğraşan, mübarek mücahidlerdir. Sadece Şeyh Şamil’i değil, Bâtıl’ın yıkılıp Hakk’ın ikamesi için çalışan tüm Allah sevgililerini örnek alalım.



Kemale Dair Sohbetler kitabından…

»Dergahtan Dür Daneleri - Ali Ramazan Dinç

»Dergahtan Dür Daneleri - Ali Ramazan Dinç
Kaynak: Dergahtan Dür Daneleri - Ali Ramazan Dinç, safa vakfı Yayınları no: 1, Kayseri-1989



Misafiri etkilemek için dede torun yalan söylüyor. (S.2)


"Hasan geliyor, ben çıkayım da siz görüşün." diye Üstadımızın geldigini haber veriyorlar. Kapıda karsilaşıyorlar. Dedem; "Geldin mi evladim?" deyince Üstadımız; "Geldim babaccığım, fakat bizde takat bırakmadınız. Bu nasıl bir çekiş ve cazibe ki, beni bir an bile durdurmadi." cevabını verir. İçeri girer, misafir hıçkırıklar içinde boynuna atılır. "Hasan Efendi, size kim haber verdi de geldiniz? Allah aşkına bana bu sırrı söyleyin" diye hayretle sorar. Üstadımız tevazu ile; "Sizin gibi kalbi füyuzatla mıknatıslaşmış insanlar, bizim gibi ham demirleri çeker, haber manevi oldu." diye cevap verir.



“Ankara’dan gelen şahsın kalbinden geçeni bilir.” Şirki (S.2)


Akın akın gelen ziyaretçilerden, Ankara'lı birisi de muhterem Üstadımıza intisap edebilmek için, bir keramet izharını arzu etmektedirler. Ancak edeben kendisine herhangi bir şey demeden cabine bir kontrol kalemi koyarak, herhangi bir elektrik tamirati ihtiyaci doğarsa ben yapayım düşüncesiyle gelir. Sohbet sona erdikten sonra Üstadımız Ankara'lı misafirine dönerek; "Evladım, elektiriğimizin sigortası atmış, bir zahmet onu tamir ediver." deyince misafir mahcup bir eda ile ellerine yapışır ve teslim olur.



Önüne konan meyveleri miras yiyen bir kadına ait olduğunu bilmesi şirki (S.34)


Mahmud Sami Ramazanoğlu (Ks) Efendimiz Hazretleri bazıları yaz aylarında Yahyalı yakınlarındaki şifalı bir yer olan Yeşilhisar içmelerine gelir, orada birkaç gün dinlenirlermiş. Bu gelişlerinde istirahat ve ziyaret tertibini

Hasan Efendi üstadımız yaparmış. Bir defasında böyle bir sohbetten sonra yaşlıca bir kadın, bohçasına koyduğu güzel ve taze meyvaları Üstadımızın önüne koyar. Bir anlık bir sükuttan sonra, Sami Efendi (Ks) üstadımızın simalarında devamlı bulunan tebessüm yerine bir hoşnutsuzluk belirir ve elinin tersiyle kaldırılmasına işaret ederler, îhvan-ı Kiram,"Acaba böyle nazik bir ikram niçin reddolun-du." diye düşünürlerken, biraz sonra oranın yerlisi bir adam gelir ve o kadın hakkında, "Efendim, bu kadın birkaç kişinin miras hak­kını yiyen birisidir." der... Bunun üzerine kafalarda beliren is­tifham silinir ve Muhterem üstadımızın büyüklüğü bir kere daha gönüllere nakşolunur.



Gayb alemlerini seyreden şeyh Mustafa efendi ziyaretçilerinin ne maksatla geldiğini hiç bilmez mi ? Küfrü (S.59-60)


Mânâ alemlerini seyreden Allah dostları,(ziyaretçilerinin ne maksatla geldiğini hiç bilmez mi? Sohbetten sonra misafirlere kahve dağıtılır. Şeyh Mustafa Efendi, kendisine ziyarete getirilen o kişiye dönerek; "İsmail Efendi, bize hediye olarak getirdiğiniz fincanı veriniz de onunla da ben kahve içeyim."der. Bunun üzerine İsmail Efendi büyük bir heyecan ue gönlünü dolduran teslimiyet duygusu ile ağlayarak Efendimizin ellerine kapanarak, affını diler ve intisap eder. îşte yaşayan pek çok kişinin bizzat müşahade ettiği tablo...



Rasülullah ve şeyh Mustafa efendinin hanımı adına uydurulan yalan (S.60)


Aslen Bağdatlı olup, bilahare Niğde'ye gelip yerleşen, Meşayih'den bir zattan, bir gün babama bir mektup geldi. Mektupta, Yahyalı'da Şeyh Mustafa Efendi adlı bir zatın ve Aişe isimli hanımının bulunup bulunmadığını soruyor ve iliveten şöyle diyordu; "Birkaç aydan beri Resul-ü Ekrem (AS) Efendimi? Hazretlerinin huzurunda hizmet eden daha evvel görmediğim bir hatuna rüyada devamlı görür oldum. "Ya Resulallah, bu hatun kimdir?" diye sualime cevaben Resulallah (AS) Efendi­miz Hazretleri, "Bu kadın Yahyalı'lı Şeyh Mustafa Efendi'nin hanımıdır, vefat edeli üç ay olmuştur, üç aydanberi hizmetimizle meşguldür." Buyurdular; "Ya Resulallah, hangi ameliyle bu iltifata nail oldu?"diye sor­mama karşılık buyurdular ki; "Haramdan kendisini o kadar muhafazaya çalıştı ki kadınlığa ait en küçük bir parçayı dahi yabancıların göre­ceği yere koymadı, îşte bu iffeti kendisini bu mertebeye ulaştırdı."



“Bu hanım için cemaatin tesbitleri açıktan duyar ve arş-ı azamı seyrederlerdi.” İftirası (S.60)


Öyle ki cemaatın tesbihatını açıktan duyar ve Arş-ı Azam'ı seyrederdi, İşte sevgili Validemle muhterem Pederimiz Şeyh Mus­tafa Efendi'den gelen manevi bir işaretle, hayat boyunca, mübarek dudak­larından dökülen kıymetli şiirlerini bir araya toplayıp yayınlatmaya karar verdim.



“Esad efendi Yahyalı’yı 50 sene evvel kabul ettiğini ve doğmadan on sene önce manevi defterinde isimlerini görüyoruz.” Yalanı (S.64)


İhlâsı gönüllere nakşedecek eli bulma iştiyakı gittikçe artıyor. Gönlünden inciler saçıyor, adeta güle hasret kalmış bülbül-i şeydâ gibi dem çekiyordu. Şeyh Mustafa Efendi çok fakir olduğundan, ihvanından kırk kişi aralarında para toplayarak harçlığını tamamlarlar ve kendisini Allah'a vuslatta vesilesine ermek üzere İstanbul'a uğur­larlar, üstadının rayihası burnuna gelmekle derin bir sevgi ile gider. Halini bilmeyenler; "Vah Hoca Efendiye yazık, Mazhar Osman'a gidiyor." diye acırlar. Daha Pir-i Kâmile vasıl olmadan cezbe ile gider, İstan­bul'a inip, halk arasında vâkî Şer-i şerîf'e muhalif halleri görmekle cezbe hali geçer, üstadını görmek için heyecanlanır. Gönlünü dolduran teslimiyetle Dergâh'a yönelir. Tabib-i Hazık Es'ad-ı Erbilî (KS) Haz­retleri de manen pederimizin kendisine doğru gelmekte olduğunu hisseder. Hulefa ve müridanına; "Bize Yahyalı'lı Şeyh Mustafa Efendi geliyor, karşılayınız." der. Onlar da istikbâl edip, tarif edilmez bir sevgi ile dergâha alırlar. Kalp sarayının mimarı Es’ad Efendi Hazretleri ev­lâdına kavuşmanın iştiyakı içinde beklemektedir. Şeyh Mustafa Efendi kemal-i edeple huzura girer. Yıllarca hasreti ile yandığı mürşide erme­nin sevinci içerisinde; "Arıyordum, işte şimdi buldum." dercesine mü­barek ellerine kapanır. Fazilet cihanının sevgilileri karşı karşıya ve göz-gözedirler. Kutb-ul Aktab gayet muta essim bir çehre ve tatlı bir sesle "Hoş geldiniz, Safa getirdiniz " der. Bu ne ulvî muhabbet, bu ne kudsî sevda... Bir anlık sükut... Şeyh Mustafa Efendi; "Acaba beni ka­bul etti mi, etmedi mi?" diye düşünürken, Ustad-ı Azam birden; "Mustafa Efendi biz sizi kabul edeli elli sene oldu." Bu yüce sırrın hakikati

karşısında cemaat hayran kalır.

Doğmadan on sene önce manevi defterlerinde isimlerini görüyorlar.



Şeyhlerin açıktan işlediği uygunsuz halleri uyduruk bir masalla gizleme yalanları (S.66)


Üstadımız, Efendisini dergâhda birgün hiç sevmediği bir ^ Şekilde görür, itiraza yönelen asi nefse hitapla, "Ey nefis, cellâdını görünce çırpmıyorsun." diyerek onu susturur. Çünkü üstadımız nefisle ilgili şu hadiseyi bilmektedir.:

"İki mürid, on yıl şeyhlerine hizmetten sonra, Şeyhle­rinin kulakları yerinde hayvan kulakları görürler. Keşiflerinin (içgözlerinin) açıldığı zannıyla durumu şeyhlerine arzederler. Şeyh Efendi; "Ben namaza durunca kulaklarımı kesin."der. Bir de ne görsünler, kendi kulaklarının kanı akmaz mı? " Mü'min mü'minin aynasıdır." fetvasınca, kendi suretlerini şeyhlerinde gördüklerini anlıyarak mahcup düşerler. Celallenen şeyh bunları reddeder."



Mürşidinin rengine boyanıp onda fani olma sapıklığı (S.67)


Böylece muhterem üstadımız dergahda, Mürşid'inin eğitim ve denetiminde kemâle erer. Şeyhine olan muhabbetiyle, O'nun batınından feyz ve bereketle, manevi bağla, an be an O'nun rengine girerek, Fena fi-şeyh olurlar.



“Bursa Ulu camide vaaz veren bir hoca tarikatlara çatınca Ali efendi bir bakışıyla kürsiden indirip elerine kapattı.” Yalanı (S.6


Bursa Ulu Cami-i şerifinde vaaz veren bir hoca efendi, tarikata, meşayihe çatmaya başlayınca, mihrapta oturan Ali Efendimiz kürsüye doğru şiddetle bakar. Hoca kürsüden feryad-ü figanla derhal iner, şaşkın bir halde özürler dileyerek ellerine kapanır.



“Oğlu babasının elinden ve kalbinden gelen kokunun tesirinden gözlerim yaşardı.” Diye yalan söylemesi (S.72)


O zamanlarda yaşım sekiz-dokuz arasında idi. Babamın eline varınca hoş bir koku hissettim. Üstad-ı Ekremin elinden sirayet eden bu koku, üç ay kadar geçmedi. Kalbinden gelen koku da o kadar derinden ve kalbimden etkiledi ki iki gözümden şiddetli yaşlar aktı. Ağıdımı başkalarının görmesi riya olur diye gizliyordum. Hak tarafından kalbime öyle ilham ediliyordu. Kendimi kırk yaşlarında hissetmeye baş­ladım. Üstadımız geldiği günün akşamı dervişleriyle Hatm-i Hacegân yaptılar.

İnsanlar, Dünyadan, Hiçbir Şey Tatmadan Gidiyorlar

İnsanlar, Dünyadan, Hiçbir Şey Tatmadan Gidiyorlar

Kapısını; su, hava, ateş ve toprağın oluşturduğu bu bünyenin gıdası, geçmiş büyüklerimizin dilinde "anâsır-ı erbaa" (dört unsur) diye tanımlanan maddelerden oluşmaktadır. İnsan; su ile sulanan, toprağın içindeki bileşiklerle beslenen, hava ile teneffüs eden, ışık ve güneşin ısısıyla neşv ü nemâ bulan, gelişip büyüyen bitki ve hayvanlardan elde edilen gıdalarla beslenir. Tek tek saymak şöyle dursun, toplu olarak bile saymaya güç yetiremeyeceğimiz sonsuz nimetler (tahıl ve buğday, incir ve zeytin, muz ve kiraz, nar ve üzüm vs. meyveler; süt ve yoğurt, peynir ve yağ, et, kemik ve derisiyle hizmet eden hayvanların gıdası da) bu dört unsurdan meydana gelir. Sağlıklı beslenen, toprağı verimli, suyu ve gübresi yeterli, havası hoş, güneşi bol memleketin elbette ürünü de tatlı ve lezzetli olur. Vücut ülkesinin misafiri, Cenâb-ı Hak'tan bir nefes olan rûhun gıdası ise, maddî değil, mânevîdir. Ebedi âlemde bizi mesrûr kılacak olan bu misafirin konağının da mükemmel olması îcab eder. İtibarı sûret ve mal ile olmayan bu bünye, Hak Teâlâ’nın huzurunda, kalbin ve amelin güzelliğiyle mesud ve bahtiyardır. Boş yere yaratılmayan, başıboş bırakılmayan insanın bütün fiilleri kayıt altına alınmaktadır. İtaat etmekle emrolunduğumuz Kitâb-ı Kerîm'de Rabbimiz (cc), "Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yeyin." (Bakara, 2/168) buyurmaktadır. Efendimiz (sav) ise, "İnsanlara muhtaç olmamak için, yahut komşularına ve akrabalarına iyilik etmek için dünyada helalden kazanmaya çalışanın, kıyamet günü yüzü, ayın on dördü gibi parlar." "Salih adam için, helal mal ne güzeldir." Hadis-i Şerîf'leriyle, vücut kalemizde misafir ettiğimiz rûhun, helal gıdalarla aziz olmasını, ikram ve iltifata mazhar kılınmasını tavsiye buyurmaktadır. Kibretmemek, insanlara karşı üstünlük taslamamak ve hakkı kaybetmemek şartıyla, bir beşer olarak; yeyip-içer, giyinip-kuşanırız, evlenip çoluk çocuk sahibi oluruz, evimiz de, arabamız da olur.

Bu dünyanın şartları içerisinde yaratıldığımız için -Selmân-ı Fârisî (ra)’nin buyurduğu gibi- meşrû olarak yer, içer, oruç tutup, namaz kılar, uyur, hayat yoldaşımızla sohbet ederiz. İki Cihan Serveri Muhammed Mustafa (sav)’nın mübarek diliyle ifade edersek, "Cenâb-ı Hak, nimetini kulunun üstünde görmek ister." İbadette huzurun onda dokuzu helal lokmada, biri de uzlettedir. Ebu’l-Hasan Harakani (ks), kendisine ikram edilen turşuyu, bir başkasının bahçesine ait sudan sulandı diye yemez. Şeyh Mustafa Hulusi (ks), hastalığının geçmesi için, rızkı helal olan, bizzat kendi el emeğiyle geçinen kimselerin yemeklerinden yiyerek tedavi olur biiznillahi Teâlâ Helal yiyecek, mideye nur olarak iner. Yemek yerken, kimin verdiğini düşünen, ibadette eritme düşüncesiyle tadanlardan biri, yemeğin boğazından midesine nur olarak indiğini görür. Kelâmî dergâhında misafir olan bir grup, günlerce ihtiyaç mahalline çıkamadıklarından dolayı, kendilerinde bir hastalık olduğuna kanaat getirerek midelerini boşaltmak için ilaç almaya giderler. Yolda, Esad-ı Erbili Hazretleri (ks)’nin oğulları Ali Efendi, "Dönün dergâha! Tekkenin yemekleri helaldir. Yiyecekler, midelere nur olarak iniyor." der Sıhhat, âfiyet ve helal mal, dünyevî nimetlerdir. Dünyevî ve uhrevî nimetler hakkında Efendimiz (sav)’in yapmış olduğu dua, madde ve mânâyı ne güzel dengeler: "Allah’ım! Senden, sıhhat ve âfiyet, bir de güzel ahlak isterim." Maddî ve mânevî bünyemize sürûr veren rûhanî ve melekî gıdalar, Rabbimize kavuşturan nimetler; Hak Teâlâ tarafından üflenen ruh, akıl (kalbde hak ile batılı ayıran nur), anlayış, tefekkür, ilim, takva ve marifettir. Ruh, İbrahim b. Edhem (ks)’in, "İnsanlar bu dünyadan hiç bir şey tatmadan gidiyorlar." sözüyle kastettiği, Hak Teâlâ’yı tanıma zevkiyle (marifetullah) gıdalanır. Bu bedene, acıkınca ekmeği, susayınca suyu ikram ederiz de, niçin ruhumuzun ihtiyaçlarını unuturuz? Hâlbuki maddi bünyemiz de, onun sağlığı için aldığımız gıdalar da gelip geçicidir. Fahr-i Kâinât Efendimiz (sav)’in mübarek kelamlarıyla "Dünya, âdemoğlunun midesinden, karnından çıkardığıdır."

Eninde sonunda yok olacak olan bu teni, günde en az iki öğünle beslerken, şu fânî dünyada bizi ebedî yaşatacak olan ruhumuzu beslemeyi niçin ihmal ediyoruz! Ruh; ilmî delillerle, kalbî neşeyle, Hak Teâlâ vasıtasıyla Hak Teâlâ’ya ulaşarak, imanın kemâle ermesi, belâ ve musibetlere sabırla hakîkî îmâna ererek güç ve kuvvet bulur. Mânevî bünye, imanın rüknü olan altı esasa tereddütsüz inanarak gelişir. Rûhu, kalben tasdik ettiğimiz esasları, bedenen yerine getirerek olgunlaştırırız. Cüneyd-i Bağdâdî (ks)’nin, "Okuyup-yazdığımız, yediğimiz-içtiğimiz her şey bitti. Sadece seherlerde kıldığımız namazlar kaldı." buyurduğu teheccüd namazı, beş vakit namaz ve bizi Hak Teâlâ’ya yaklaştıracak diğer nafile ibadetler, Kur'ân-ı Kerîm'deki emirlere itaat, nehiylerden kaçınma, Sünnet-i Seniyye’ye uymak; edeb, erkân, güzel ahlâk ve ehlullâhın tavsiyeleri dünya ve âhirette bize deva olacaktır. Derviş bazen; zikir, sohbet, rabıta ve murakabeyle, rûhî ve melekî hayata geçerek uyku ve yemeyi unutur. Herkesten ileri makamda oluşunu Hz. Sıddîk (ra), şu sözüyle beyan eder: "Marifetullah zevki bana her şeyden sevgili geldi." Hz. Ömer (ra) ise, "Sabır, Bana dünya yiyeceklerinden daha sevgili geldi." der. Üstazımız (ks)’ın mânevî yoldaşı Kılavuz Hafız, yatsı namazını müteakip namaza durduğunda, ellerini çözemezler, sabahlara kadar kıyamda kalır. Üstaz-ı Âlîmize, bir bardak sütü zorla içirirler, öyle bir haldedir ki, mânevî zevkten günlerce yeyip, içmez. Şeyh Şaban-ı Veli (ks), bir üzüm tanesiyle, bir hafta yemeğe ihtiyaç duymazdı. Aziz Mahmut Hüdai (ks), elmayı koklar, o günü oruçla geçirirdi. Mevlana Celaleddin-i Rûmî (ks), akşam yediği yemekle, bir ay iftar etmeye ihtiyaç duymazdı. Aşk ve şevk devrelerinde bu halleri yaşayan âşıklar, örnek şahsiyetler olduğu için, Sünnet-i Seniyye'ye riâyetle yer ve içerler ama bu, zarûret miktarını aşmaz. İnsanları Hak Teâlâ’ya davet eden Âdem (as) çiftçilikle; itaat edenleri müjdeleyen (beşîr), isyankarları korkutan (nezîr) Muhammed Mustafa (sav) ticaretle; vâris-i enbiya olan evliyaullah, ayrı ayrı bir meslek ve sanat erbabı olarak rızıklarını helal yoldan kazanmışlardır.

Onlar, "Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, (marifet, âfiyet, helal mal, itaatkar, saliha zevce), ahirette de iyilik ver (Cennet ve Cemal)." (Bakara, 2/201) diye duâ ederler. Allah’ın dostları, "Allah Teâlâ’nın sana verdiğinden (mal ve servetten, O'nun yolunda sarf ederek) âhiret yurdunu iste ama dünyadan da nasibini unutma. (Kifayet miktarı, ihtiyaca cevap verecek kadar olanı) Allah Teâlâ’nın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et." (Kasas, 28/77) emr-i İlâhî'sine riâyet ederek, her iki âlemde de nimet bahşeden Allah Teâlâ’yı hiçbir zaman unutmamışlardır. İnsan, bu dünyanın şartları içerisinde yaratıldığı için, bu âlemi de, âhiret amellerini de, İlâhî ve Muhammedî ölçüler içerisinde yaşar. Mü’min, sonsuz hayatta, ticari ahlaksızlığın felce, (Bakara, 2/275) emr-i İlâhî'den ayrılmanın körlüğe götürdüğünü bilir. (Tâ-Hâ, 20/124) Aleyhissalât–ü Vesselâm Efendimiz, anne karnındaki hayatı dünya hayatına doğduğumuz dünya hayatını da âhiret hayatına benzetir. Ana rahminde, âzâları tamamlanmayan kişi, bu dünyada yüz yıllarca yaşasa bile yine de uzuvları tamamlanmaz. Hâl ve hareketimiz, 6666 âyet-i kerimeye uygun düşmezse -Cenâb-ı Hak korusun- ebedî âlemde sakat kalırız. Haksız kazanç elde eden, "Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş yemiş olurlar." (Nisa, 4/10) âyetiyle uyarılır. Maddî gıdalar; mideden vücûda dağılarak; göze, kulağa, ele, ayağa, bütün âzâya sıhhat, âfiyet olduğu gibi, mânevî gıdalar da, kalpten bütün uzuvlara yayılarak, yaratılış gâyesine uygun bir hayatı temin için gıda olur. Fakirin hakkı, zekât olarak verilmek sûretiyle ruh ve beden temizlenir. (Tevbe, 9/103) Göz havf-i İlâhî ile eşyaya ibretle bakarak, ağlar. Kulak semavat ve arzın, cümle mükevvenatın zikrini duyar. El hayra uzanır, ayak irşad ve ıslah için gezer. Mevlâ (cc)’dan niyazımız yediğimiz gıdaların helal olması, onları gafletle değil tefekkürle yememiz ve bu arada mânevî gıdalarımızı unutmamamızdır.•

Peygamberimizin Faziletleri

Peygamberimizin Faziletleri
Alemlere rahmet olarak gönderilen iki cihan güneşi Allah'ın sevgilisi Hz. Muhammed (SAV.) üstün vasıflarıyla diğer peygamberlerden ayrılır.
"İşte peygamberler! Biz onların bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. İ çlerinden, Allah'ın konuştukları vardır. Allah onlardan bir kısmının da derecelerini yükseltmiştir." (Bakara, 2/253)
Hz. Adem (a.s.)'de tezellül ve tevazu, Hz. İdris (a.s.)'de tesbih, Hz. Nuh (a.s.)'da tahammül, Hz. İbrahim (a.s.)'de seha, Hz. İsmail (a.s.)'de teslimiyet, Hz. Yakup (a.s.)'da büka (ağıt), Hz. Eyüp (a.s.)'de sabır, Hz. Musa (a.s.)'da şecaat, Hz. Harun (a.s.)'da hilim, Hz. Davud (a.s.)'da ş ükür, Hz. İsa (a.s.)'da kanaat öne çıkan üstün vasıflardır. Hiç ş üphesiz, bu üstün vasıfların bütününün kendisinde toplandığı merkez ve menba' Hâtemü'n-nebî Fahri Kainat (s.a.v.) Efendimiz'dir.
Cenâb-ı Mevlâ, bütün peygamberlerin ruhâniyetlerini yarattığı zaman bir nûr onları kuşattı. Peygamberler sordu:
- Ya Rab! Nûru bizleri kuşatan bu kutlu zatta kimdir?
- Habîbim Muhammed Mustafâ (s.a.v.)'dır, buyurdu Hâlikımız ve ekledi:
- Siz O'nu kabul ediyor musunuz, O'nun nebîliğini tasdik ediyor musunuz?
- Evet ya Rab! Biz O'nu kabul ediyor, nebîliğini tasdik ediyoruz, dedi peygamberlerin ruhâniyeti. Bunun üzerine Mevlâmız (c.c.):
- O zaman Ben de sizin nübüvvetinizi tasdik ediyorum, buyurdu. (Mevâhib-i Ledünniye)
Hazret-i Allah, Habibini hem yaratılış yönünden hem de ahlâk yönünden mevcûdât içerisinde seçkin kılmıştır. Bunu en güzel şekilde ifade buyuran Aişe-i Sıddıka validemiz (r.anhâ)'dir: "O (s.a.v) hem yaratılış bakımından hem de ahlâk bakımından insanların en güzeliydi." Yine işe vâlidemize Efendimizin evsâfı sual olununca, muhataplarına O: "Siz Kur'ân okumuyor musunuz?" buyurmuşlardı. Dolayısıyla O (s.a.v.)'nun bütün evsâfı ilâhîdir, rahmânîdir. İyilikte ve güzellikte, cömertlikte ve güzel ahlâkta insanlık içinde hiç kimse ona erişememiştir.
Saymakla bitmez ama O (s.a.v.)'nun üstünlüklerini birkaç maddede ş öyle sıralayabiliriz:

1- Efendimiz (s.a.v.) âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Diğer peygamberler bir kavme gönderilirken O bütün insanlığa gönderilmiştir. Yani kendisine gelen vahiy ve yapmış olduğu tebliğ evrenseldir.
"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Sebe', 34/28)

2-Efendimizin gelmiş ve geçmiş bütün günahları bağışlanmıştır.
" (…)Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın (…)" (Fetih, 48/2)
Allahu Teâlâ'nın âyet-i kerimede "Habibim hem kendin, hem de mümin ve mümineler için istiğfarda bulun" şeklinde vârid olan emri: "Bil ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hem kendinin, hem de inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! Allah gezip dolaştığınız yeri de, içinde kalacaığnız yeri de bilir." (Muhammed, 47/19)
Efendimiz aleyhisselat ü vesselamın ümmetine örneklik teşkil etmesinden dolayıdır. Hakikat ehli ise bu âyet-i þöyle yorumlamışlardır: Her ân, bir makam ve mertebe geçen sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz, bir önceki makam ve mertebesinden dolayı istiğfar okumaktadır.

3-Allah (c.c.) ve melekleri O (s.a.v.)'na salât eder.
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin." (Ahzab, 33/56)

4-Cenab-ı Hakk'ın isimlerini, sıfatlarını, fiillerini insanlar içerisinde en iyi tanıyan ve bu isim, sıfat ve fiilleri insanlara en güzel şekilde tanıtan hiç ş üphesiz Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.)'dir. Bu hususta Kendileri ş öyle buyuruyorlar:
"İçinizde Cenâb-ı Allah'ı en çok tanıyanınız Benim ve O'ndan en çok korkanınız da Benim."

5- Cenab-ı Allah peygamberleri ve kitapları, Rahmân ve Rahîm sıfatlarının tecellîsi olarak göndermiştir. Peygamberlerden bir kısmı sadece rûhî ve manevî vazifelerle meşguldürler. Bunun yanı sıra onların bir kısmı dünyevî bir takım vazifelerle de görevlendirilmişlerdir. Meselâ, Hz. Yusuf (a.s.) -bu günkü tabirle- bir maliye bakanıdır. Hz. Davud (a.s.) bir idarecidir; Zülkarneyn hazretleri ve Hz. Süleyman (a.s.)'da hâkezâ. Hz. Musa (a.s.) hukûkî kaide ve esaslar koymuştur. Efendimiz (s.a.v.) ise şahsında bütün bunları birleştirmiştir. İnsanların birbirlerine olan saygılarından aile hukûkuna, ticarî ve idârî hukûktan beşerî münasebetlere kadar bir çok husus buna dahildir. Tebliğ ve teşri' sahibidir.
Sadece insana ve insanlığa vermiş olduğu değeri örneklendirmek bile, bizlere, O'nun kadr ü kıymetini anlatmaya kâfidir. Efendimiz Hazretleri bir defasında Kabe-i Muazzama'yı tavaf eden iki kişiyi görür. Onlardan birisi, diğerini bileğine iple bağlamış ve o şekilde birlikte tavaf etmekteler. Mübarek elleriyle o ipi keserek buyurdular ki: "Kardeşinin elinden tutarak tavaf et!" Efendimiz hazretleri, elinden iple bağlanmayı þahsiyeti rencide edici bir tavır olarak gördüğünden dolayı o ipi kesmiştir.
Aileyi koruma ve kollamayı ümmetine teşvik etmiş; kişinin ailesinin ağzına koymuş olduğu lokmadan ecir ve mükafat alacağını söylemiş, yine kişinin hanımının elini tutup gözüne de şefkatle bakmasını günahlarına bir vesile olacağını müjdelemiş ve şöyle buyurmuş: "Sizin hayırlınız ehline hayırlı olandır."
"Bir saat adaletle hükmetmek altmış senelik nafile ibadetten daha hayırlıdır." "Kim eli altında idare etmekte olduğu halkına nasihat ve irşatta bulunmuyorsa, şefkat ve merhametle onları kucaklamıyorsa, yevm-i kıyâmette azaba düçar olacaktır." Sözleri ise idarî noktada getirmiş olduğu evrensel ölçüler ve ilkelere örnek olarak yeterlidir.
Sözün sonu; câmiu'l-kelim olan Efendimizin insanlık içinde bulunma gayesini ve vazifesini bizlere bildirdiği, şu hadîs-i şerifleriyle olsun: "Benim benzerim şudur: Bir ateş yakılmış ve o ateşin başında duran bir adam var. Böcekler oraya üşüşüyorlar kendilerini o ateşe atmak istiyorlar. Adam da onları kanatlarından tutup tutup çekiyor. Ben sizler ateşe gitmeyesiniz, Allah'ın gazabına uğramayasınız diye eteklerinizden tutup çekiyorum, bellerinizden sarılıyorum. Fakat sizler elimden kurtulup gene ateşe atıyorsunuz kendinizi."
Ali Ramazan Dinç

Mürşid–i Kâmil ve İrşâdı

Mürşid–i Kâmil ve İrşâdı
Mürşid-i Kâmil, seyr ü sülükle, Allah'a kavuşma nimetine eren, cezbeyle beşeri sıfatlardan kurtulan, İlâhî güzellikleri kazanan, güzel ahlakla edeplenen; nazarı, bakışları devâ, kelamı şifâ olan kimsedir. İrşâd ise irfan sahibinin, insanları, Allah'ın yolunda ilerlemeleri için söz ve davranışları ile teşvik etmesidir. Allah'ın doksan dokuz güzel isminden biri de "er-Reşîd" dir. İrşadın zıddı idlal, saptırmaktır. Şeytanın hilesiyle ilk hataya düşen de, atamız Adem ( a.s.)'dir. İnsanları Allah'a ilk önce davet eden de Adem (a.s.)'dir. "Andolsun ki Biz, her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan sakının!" diye uyaran bir peygamber gönderdik." (Nahl: 36)

Bütün enbiyanın gece gündüz demeden insanları uyarmalarına örnek teşkil eden örnek, kendisine bizim gibi bir insanın, deli, yalancı dediği Nuh (a.s.)'un: "Ey Rabbim! Ben kavmimi gece-gündüz davet ettim." (Nuh: 5) niyâzında yeralmaktadır. Kavminin, irşadından vazgeçmezsen seni taşlarız, demelerine mukabil yılmamış, onlarla dokuz yüz elli yıl mücadele etmiştir. On asır zarfında yedi veya seksen kişiye ulaşabilmiştir ancak. Peygamberimiz ( s.a.v), panayırlarda, kapı kapı dolaşarak insanları Hakk'a davet etmiş, hatta kendisine en büyük sihirbazsın diyen Ebû Cehlin bile, yirmi dokuz defa kapısını çalmıştır. En büyük eza gördüğü Taif seferinde, Habeş Kralı Necaşi'ye, İran kisraı Hüsrev Perviz'e, Bizans kralı Herakliyus'a, Mısır hakimi Mukavkıs'a, Yemame meliki Hevde'ye, insanlık kurtulsun küfürden diye bütün âleme gönderdiği mektuplarda, irşad ve tebliğden bir an geri kalmamıştır. "Onlar iman etmeyecekler diye, neredeyse Sen kendine kıyacaksın." (Şuara: 3)

Peygamberlerden boşalan irşad görevi, "Alimler, peygamberlerin varisleridir." (Buhari, İlim, 10) buyrulan, ulemaya tevdi edilmiştir. Aynı zamanda her Müslüman da bu ulvî görevle memurdur. "Hepiniz çobansınız, eliniz altındakilerden sorumlusunuz." (Müslim, İmaret, 5)

"Günah işleyenlerin bulunduğu bir toplumda, (bu günahları) önlemeye gücü yeten kimseler olduğu halde bunu engellemezlerse, Allah'ın, kendi nezdinden onların hepsini kapsayan bir azabın gelmesi pek yakındır." (Ebû Davud, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel)

"Şunu yeminle söylüyorum ki, siz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırmaya çalışırsınız; aksi halde Allah, size, içinizden en kötülerinizi musallat eder. Sonra hayırlılarınız dua eder, fakat duaları kabul olmaz." (Ebû Davud, Melahim, 17; Tirmizi, Fiten, 9)

"İnsanların en hayırlsı en çok okuyanı, en müttaki olanı, iyiliği en çok emredeni, kötülükten en fazla sakındırmaya çalışanı ve en çok sıla-i rahim yapanı, akrabayı ziyaret edenidir." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 432) İrşada ilk defa nefsimizden başlar, merkezden muhite doğru yayılırız. "Ey iman edenler! Bizzat kendinizi ve aile efradınızı cehennem ateşinden koruyun." (Tahrim: 6)

"Hem ailene (ümmetine) namazı emret, hem de kendin ona sabırla devam et!" (Taha: 132) Bu ayet-i celilenin inişiyle Efendimiz (s.a.v.), bir ay, mescide giderken ehlini ve iyalini namaza çağırmıştır. Yakın akrabayı, "En yakın hısımlarını uyar." (Şuara: 214) emr-i İlâhîsi ile irşad eder. Üstazımızın, daha televizyon yokken, sinemaya, isyanı seyretmeye giden yakınını yüksek sesle ikaz ederek yoldan çevirdiği, komşularından fenalığa gidecek olan birini, iltifatlarla kazandığı hiç unutulmaz. Memleket ve milleti, bütün insanlığı, "Yetmiş iki millete kurban ol aşık isen." deyip Yunuscasına kucaklayarak, "Gel, gel, her ne olursan ol yine gel!" deyip Mevlana gibi, alemi bağrına basarak irşad ve ıslaha koşmak en kutsal görevimizdir.

İrşad; niyyet, söz ve amelin doğruluğuna, nasihat ve muhatabın tavrına göre olmalıdır. "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!" (Nahl: 125)

Hatalı abdest alan yaşlıya, Hasan'la Hüseyin Efendilerimiz, "Amca hakem ol, hangimiz güzel abdest alacak." dediklerinde, tastamam alınan abdesti gören amca, "İkiniz de abdesti güzel alıyorsunuz, asıl yanlış alan benim." demesi, yaşlının hatasını yüzüne vurmadan, bizzat tatbikatle göstermeleri, irşadda en güzel örnektir bize.

İrşatta izlenecek yolu Rabbimiz şu ayetlerle beyan eder: "Sen yalnızca Allah'ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer katı yürekli olsaydın, kesinlikle etrafından dağılıp gitmişlerdi. O halde onları bağışla, bağışlanmalarını dile ve yapılacak işlerde onların görüşlerini al." (Al-i İmran: 159)

Musa ve Harun (a.s.)'a ve onların şahsında bütün irşadçılara yapılan tavsiyede, Allah'a sığınma, O'nun zikrinden hiçbir zaman ayrılmama öğütlenmektedir. "Sen ve kardeşin mucizelerimle gidin ve beni anmakta gevşeklik etmeyin. Firavun'a gidin; çünkü o, pek azıttı. Varın da ona yumuşak dille söyleyin, belki dinler veya korkar." (Taha: 42-44)

Aşk Ateşinde

Aşk Ateşinde

Hakikat fenerimiz, sevda ateşimizin rahmet rüzgarı, Üstadımız Hacı Hasan Efen-dimiz (k.s), kardeşliğin, vahdetin, sevişip kaynaşmanın âşığıydı sanki. Bulunduğu mekânlarda uhuvvetin (kardeşliğin) huzur esinlirei ortalığı kaplar, kalpler dünya kirlerinden muhabbet nârıyla arınırdı. Aşk ateşinde pişmiş yürekler, bu saadeti ömürleri boyunca unutmazlardı.



Bir Hacc mevsiminde kendilerine büyük samimiyet ve sevgi gösteren Konyalı bir gence Üstadımız (k.s), muhabbetinin sebebini sorar. Genç, hâne-i saadette Üstadımız’ın sohbetinde bulunduğunu, sohbeti müteakip, Efendimiz (k.s)’in yerlere saçtığı şekerleri kapıştıklarını ve o zevki hâlâ unutamadığını söyler.



Üstâdımızın sohbetlerinde hayretimizi mûcip birçok hâller olurdu. Çay tabağının ses çıkarışında, çorba taşının karıştırılmasında mânâlar sezilirdi. Bir gün evimize misafir olan bir hocaya sabah çorba ikram edilmişti. Üstadımız çorbayı karıştırırken Hocaefendi’nin ağladığını görmüştük. Hocaefendi: “Siz çorbayı değil, gönlümü karıştırdınız Efendim.” demişti.



Allah-ü Teâlâ’nın izni ile Üstadımız’ın gözlerinden hiçbirşey kaçmazdı. Gönüllerden ne geçerse O’na haber verilirdi. Akşama doğru ziyaretlerine gelen bir misafire, ikindi sonu biraz istrahat ettiklerini söyleyince, misafir gönlünden o vakitte yatmanın mekruh olduğunu geçirmiş olacak ki: “Evladım, biz rahatsızız.” buyurmuşlardı.



Hacı Hasan Efendimiz (k.s.) sık sık, gönüllerimize sahip olmamızı öğütler, kardeşler arasında ihtilafın olmamasını tavsiye ederlerdi. Buna göre kardeşler, saatin çalışmasını temin eden çarklar gibidir. Çarkın dişlerinden biri kırılsa saat çalışmaz. İhvan (Allah için kardeş olanlar)’dan biri böyle şerî emirlere riâyetsizlikle bozulursa, füyuzât-ı İlahîye çarkı dönüp, gönüller zikrullah ile çalışmaz, gaflet kaplar kalpleri. İçimizdeki gaflet, mürşid-i kâmilden aldığımız dersler şöyle dursun namazlarımıza bile sirâyet eder. Bir insan sabah cemaate katılmaz, sohbete gelmez ise buz gibi olur.



Kemale Dair Sohbetler kitabından..

Zikir

Zikir

Görüldükleri zaman Allah (c.c.) hatıra gelen kâmil insanların riâyet ettikleri önemli bir edep de, teheccüd namazıdır.

Geceyi uykusuz geçiren, seheri ganimet bilen âşıklar o anda manevî avlarını beklerler. Mahmut Sami Ramazanoğlu (k.s.) bu anın kıymetini şu sözleriyle bildirirler:

“Seherlerde çekilen evradla, gündüz yapılan evrad (dersler) arasındaki fark, Ramazan-ı Şerif’te tutulan oruçla, kazaya bırakılan oruç gibidir.” Kalkamıyoruz efendim.” Diyen mü’mine. “Yatamıyorsun öyleyse evladım.” Buyurur marifelerden biri.

Ayaktayken, otururken, yanımızdayken, velhasıl her hâlimizde dikkat edeceğimiz, unutamayacağımız önemli bir ibadetimiz de “zikir” dir. Araf Suresi’nin 172. ayeti celilesinde: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sözüne verdiğimiz: “Evet Rabbimizsin.” Ahdine sadakattir zikir. Haşr Sûresi’nin 19. âyetinde bildirilen tehdide maruz kalmamak için Allah’ı sürekli hatırlamamızdır zikir. Toplumun hâlini gözardı edip, beşyüzlük tespihinin tıkırtısıyla bir köşede yan gelip yatmak değildir zikir. Zaman ve mekâna göre en uygun görevi yerine getirerek sûfi meşreb (Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahlakı), sahasında uzman insan yetiştirmektir zikir. Dergâhında, insanları Hakk’a davet için: “Kardeşlerim! Burada yabancı dil de öğrenilir, burası gönülleri tâatlerin zevkiyle ihya ederken, kafaları ilimle tezyin eden bir üniversitedir aynı zamanda.” Demektir zikir.

İsyan yuvalarındaki kardeşlerine bir devâ sunmak, onları şeytanın yolundan Hakk’ın yoluna nasıl girdiririm gayretini elde etmek için bir diğer şart, sâdıklarla beraber olmaktır. “Münkirden kaç, aslandan katçıları gibi.” Tekerlemesine riayet edeceğim diye, intisab ettiği zatın gayrısından kaçanlar zavallı insanlardır. Bu tavsiyeyi yapanlara sözümüz; müşrikler arasında panayırlarda dolaşıp, bir kişiyi olsun Rabbime kul edebilir miyim çabasıyla ayakları yaralanan, diş-i saadetleri kırılan (şehid olan) Peygamberimiz (s.a.v.)’i hatırlamaları yönünde olacaktır. İsyanından kaçarız ama ıslahı için beraber olur, usulüne uygun bir şekilde davetimizi yaparız ona. Salihlerin salâhı (kurtuluşu), yaptıkları ferdi tâatlere bağlı değildir. Onları kurtaran, tebliğleri, Allah için sevip Allah için buğzetmeleridir.

Günahkâr kuldan kaçan kişinin durumu, kapısına gelen yaralıya: “Tedavi ol da öyle gel.” Diyen doktorun hâli gibidir. “Mürşid, kapısında hasta ister.” Der şair. İtikatsıza iman esaslarını, mü’mine tâatlerini, abide ibadet zevkini tattırmak için sadıklarla beraber olalım.



Kemâle Dair Sohbetler kitabından…

Yusuf’un Kokusu

Yusuf’un Kokusu

Zulmün, işkencenin, her türlü baskının insanların üzerine umutsuzluk perdesi ördüğü dönemlerde müjde gelmiştir âdemoğluna. Namaz kılarken boğulmak istenen, mübarek bedenlerine necâset atılan, taşlarla kovalanan Peygamberimiz (s.a.v.)’e, ayaklarından ipler takılıp kızgın çöllerde sürüklenen, ateşler üzerine yatırılan, İlahi mesajı okuduklarında Ebû Cehiller tarafından kulakları kanatılan kutlu yolun sevdalıları Ashâba, sıkıntıların sonunda hep saadet dönemleri müjdelenmiştir.



Yemek şöyle dursun, bir kuru hurmayı dahi bulamayan, açlıktan karınlarına taş bağlayan Ashâb-ı Güzîn’e, Hendek muharebesinde Kisra’nın sarayının, Rum ülkesinin, Sân’a diyarının müjdesini veriyordu müminlerin Habib-i Kibriya’sı (s.a.v.)



Yurtlarını ve mallarını rızâyı bâri uğrunda geride bırakarak hicrete zorlanan: “Fetih ne zaman?” diye yakaran mücâhidâne İlahî mesaj Cibril-i Emin vasıtasıyla şu şekilde iniyordu semâdan:



“(Ey Mü’minler!) Yoksa siz, sizden evvel geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle yoksulluk ve sıkıntı (ve belâlardan) sarsıldılar ki, hatta Peygamber(leri) maiyetindeki mü’minlerle birlikte: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Gözünüzü açın. Allah’ın yardımı yakındır muhakkak” (Bakara, 214)



Yeryüzünde meydana gelen bunca zulmü, Müslüman olduğumuz için bizlere revâ gören Batı’nın, kendilerinin hazırladıkları hile ve desiselerin içinde boğulacağı günler yakındır. Yeter ki biz 1 milyar Müslüman, 48 ülke uyanıp tekrar asliyetimize, bizi biz eden değerlere sarılabilelim. Hepimizin bir ümmet olduğunu anlayabilelim.



Faizi, zinayı ve ahlaksızlığı yaygınlaştırarak zengin kaynaklarımızı kullanmaya kalkışanlara fırsat vermeyelim.



Dâvâsından vazgeçme şartıyla her türlü imkanı sağlama sözü veren müşriklere Peygamberimiz (s.a.v)’in: “Ya, hakk hâkim olur, ya da Muhammed (s.a.v.) ölür.” Dediği gibi, bu yolda sebat kılan Ashâb’ın tavizsiz tavrını ele alabilelim.



Göreceğiz, imkanın olmadığı, her türlü ümidin bittiği anda 40 yıl evladından uzak kalan Yâkub (a.s.)’un: “Bana bunak demezseniz inanın ki şimdi Yusuf’un kokusunu duyuyorum.” Dediği gibi sebat ettiğimiz sürece Hakk’ın yardımının işaretlerini göreceğiz.





KEMALE DAİR SOHBETLER kitabından…

Batmayan Güneş

Batmayan Güneş

Yeme ve içmemizden, oturup konuşmamıza kadar, bakıp seyrettiğimiz yayınlardan, okuduğumuz basına kadar her şey hareketlerimizde olumlu veya olumsuz etkiler bırakmakta. “Kişi arkadaşının dini (huyu) üzeredir.” Hadis-i Şerif’i ve Cenâb-ı Hakk’ın Arşu’r-Rahman altına yazdırdığı şu iki satır: “Bir adam iyilerin ameli gibi amel işlese, fakat kötülerle arkadaş olsa, onun sevaplarını günahlar kılıp, o adamı kötülerle haşreylerim. Bir adam da kötülerin ameli gibi amel işlese, sonra tevbe etse, iyilerle arkadaş olsa onun günahlarını sevaplar kılıp, o adamı iyilerle haşrederim.” Bize bu gerçeği anlatır. Arkadaşlık kurduğumuz kimseler üzerimizde etkili olduğu gibi, giyilen elbiseler bile bizde etkiler bırakır.



Anamız anlatır: “Esad-ı Erbili (k.s.)’nin yetiştirdiği Kayserili manevi hâl sahibi H. Fatma Ananın mantosunu kalben istemiştim. O da: “Biraz eski ama kabul edin kızım” diye ikramda bulundular. Ne zaman bu elbiseyi giysem, mânevi ağırlıkla altında ezilir, tarif edemeyeceğim bir hâl olurdu bende. “Üstadımız, Sami Efendimiz (k.s.)’in hırkasının altına ceketimi, mübarek elleriyle yazdıkları “Uhuvet Risalesi” kitabını da döşüme bırakmışlardı. Damatlarının yanında okuduğum şiir onu ağlatmıştı. Daha Türkçe yazıları bile okuyamadığım bu devrede, Küfi yazıyla kaleme alınan Besmele-i Şerif’i okuyunca, hayret edenlere Üstadımız: “Ömer Bey! Keramet çocukta değil göğsündeki eserde.” Buyurmuşlardı.



(KEMÂLE DAİR SOHBETLER kitabından)

Hatalarımız Cehalatten İleri Geliyor

Hatalarımız Cehalatten İleri Geliyor


Bizim tasavvuf anlayışımız bu, sizinki ise şu!.. sözlerini söyleyenlerimiz her şeyin başında bu yolun manasını iyi idrak etsinler. Gönüllerin sultanı Efendimiz (s.a.v.)’in ilhâkını, Kur’an-ı Kerim’in, ahkâmını yaşamayı gaye edinen müesseseye tasavvuf, bu uğurda gayret gösteren kimseye de sûfi diyoruz.



Sevda sultanları Meşâyih-i Kirâm’ın sözlerine baktığımızda, hakikati daha iyi görürüz. Abdü’l-Vahab-ı Şarâni (k.s) bizlere şöyle tavsiyede bulunmaktadır: “Sakın ola ki Kur’an ve Sünnet’in kabul etmediği bir yola sûfiyye’nin yolu demeyesiniz. Çünkü Kur’an’ın ve Sünnet’in kabul etmediği yol küfür yoludur. Bizim yolumuz ise tamamen ahlâk-ı Muhammediyye’yi yaşamak ve bütün hayatımızı Kur’an’ın emirlerine ve Rasûlü (s.a.v.)’nün Sünnetler’ine göre tanzim etmektir.”



Yine İmam-ı Rabbani (k.s.): “Bilesin, âdabdan bir edebi muhafaza, mekruhlardan tek bir mekruhu terk etmek; zikirden, tefekkürden, murâkebe ve teveccühten çok daha efdaldir.” Buyurmuşlardır.



Esad-ı Erbili (k.s): “Bu yolun iki esası vardır. Kime bu iki şey verilmişse ona her şey verilmiştir:



1. Hazreti Peygamber (s.a.v.)’le kemâl-i ittiba

2. Mürşid-i Kâmil’e mahabbet. Sözleri yolumuza ışık tutmuştur.



(KEMÂLE DAİR SOHBETLER kitabından)



Hacı Hasan Efendimiz (k.s.), mürşid-i kâmillere muhabbetin, edeplere ve Rabıta-i Şerife’ye riâyetle olacağını haber verirlerdi. Rabıta, bir kısım kardeşlerimizin yanıldığı gibi ellere fotoğraf alıp sadece cisme dönmek olarak nitelendirilmemelidir. Cisme dönmek şeyhi putlaştırmak olur. Rabıta, “Üsve” anlamında, hareketi bir başkasınca taklid edilen kişi demektir. Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetinde yok olan Mürşid’in, Efendimiz (s.a.v.)’in tebliğ, davet, anlayış vs yönlerini uygulayışını hayatımıza geçirmektir. Biz, çok malumat sahibi olabiliriz, ama bu bildiklerimizin tatbikini gerçek muallimlerden öğreniriz.



Uzun söze ne gerek? Bütün hatalar, cehâletten ileri gelmektedir. Üstadımız Hacı Hasan Efendi (k.s.) bir şiirinin şu kıt’asında meselemizi ne güzel toparlıyorlar:



Fıkıh ile Hadis öğren

Nefsini yıkmaya davran

Mürşide binde bir uğran

Sakal altı sualdir bu



Hülasa; mânevî alan, ilim ve irfan yoludur. Ne kadar çok malumatımız olursa, bu güzel yolu o kadar çok anlarız.

Dua

Dua

Duâ, şeytanın yalan yemini üzere yasaklanan ağacın meyvesinden yeyip yeryüzüne inen, iki yüzyıl zellesine ağlayan ebü’l-beşerin gözyaşını silen el…



Dua, azgın kavmin, bütün ikazlara rağmen söz dinlemez asilerin sulara gark olup, kahrına sebep olan dil…



Eyyub’a, derdi, aşk olan peygamberin ızdırabına sürülen merhem… Ateş-i Nemrud’u, İbrahim’e gül… İlâhi minberin hatibini bülbül kılan sır…



Dua, Enallah iddiasıyla küçüçük bir sineğe mağlup olan cebbarların, gaddarların en acı akıbeti… Doğarken mübarek parmağını “ümmet ümmetî” diye arşa kaldıran, düşmanına bile hidayet talebinde bulunan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in merhameti…



Allah (c.c.)’ın: “Bana dua eden kulumun duasını kabul ederim.”1 sözü, Habibullah (s.a.v)’ın tarifiyle: “İbadetin de özüdür.”2 dua.



Allah’ın azameti karşısında kulun, aczini itiraf ile, dergâh-ı ulûhiyetten hayır ve rahmet ricasında bulunmasıdır, dua.



Dua, âsiler için Allah’ın affına erdiren merdivendir. Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayetle Peygamberimiz (s.a.v): “Rabbimiz her gece, gecenin üçte biri kaldığı zaman, dünya semasına iner ve buyurur ki: “Yok mu dua eden? Yok mu benden isteyen? Yok mu bağışlanmasını isteyen? Ben de onu bağışlayayım.” Buyurur.



Dua, kul ile Allah arasında manevi bir alış-veriştir.



Dua, sevgiliye sunulan iştiyak lisanıdır.



Dua, günahlardan arınmadır. Efendimiz (s.a.v): “Allah’ım! Günahlarımı kar ve dolu ile temizle; beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi kalbimi günahlardan arındır.”3 buyurmuşlardır.



Doğarken, ölürken, hayatla memat arasında ferdî ve ictimaî bütün görevlerimizde duanın ehemmiyeti pek büyüktür. Salat kelimesinin de asıl anlamı dua olduğuna göre 4, günde beş vakit namazımızda ve nafile taatlerimizde Allah’a dönmekteyiz. Sadece biz değil, bütün mevcûdat Rabb-i Zü’l Celâl’e yönelmektedir. “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.”5



Âciz, fâni varlığın âlî ve bakî olan varlığa halini arz etmesidir dua. Dua, kulun Mevlâsına yalvararak ve korkarak iltica etmesi sebebiyle en iyi ibadet şekli sayılmıştır. Cenâb-ı Hak: “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua ediniz.”6 buyurur.



1. Bakara: 2/186

2. Tirmizî Daavât, 1

3. İbn-i Mâce Duâ, 3

4. Enam: 6/52; Kehf: 18/28

5. Teğabün: 64/1

6. A’raf: 7/55



(KEMÂLÂT kitabından)