ALLAH ım sen buyuksun bızı zalimlerden koru


Bu Blogda Ara

21 Kasım 2010 Pazar

İman

 


Sual: İman nedir?
CEVAPİman, bildirilen altı esasa inanmak ve Allahü teâlâ tarafından bildirilen, Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ tarafından getirdiği emir ve yasakların hepsine inanmak ve inandığını dil ile söylemek demektir.
Amentü şöyledir:
Âmentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rüsülihi vel yevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel ba'sü ba'del mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resülühü.
[Yani, Allah’a, meleklerine, gönderdiği kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanıyorum. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın da Allah’ın kulu ve son Peygamberi olduğuna şehadet ediyorum.]
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. Tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ, (Onlar gayba [görmedikleri halde Resulümün bildirdiği her şeye] iman ederler) buyuruyor. (Bekara 3) Resulü de, (Dini [hükümleri, dinde bildirilenleri] aklı ile ölçenden daha zararlısı yoktur) buyurdu. (Taberani)
Nazara yani göz değmesine inanmayan bir kimse, (Bugün fen, gözle görülemeyen şuaların iş yaptığını açıklıyor. Mesela bir kumanda ile TV’yi, radyoyu veya arabamızı açıp kapatabiliyoruz. Bunun için gözlerden çıkan şuanın zarar verebileceğine artık inanıyorum) dese bunun kıymeti olmaz. Çünkü bu insan dine değil, kumandadan çıkan şuaya inanıyor. Yahut şua ile birlikte Peygambere inanıyor. Yani fen kabul ettiği için, şuaların etkisini gözü ile gördüğü için inanıyor ki bu iman olmaz. Dinde bildirilen her şeyi, fen ispat edemese de, fayda veya zararını gözü ile görmese de, yine inanmak lazımdır. Hakiki iman gayba inanmaktır yani görmeden inanmaktır. Gördükten sonra artık o iman olmaz. Gördüğünü itiraf etmek olur. Bekara suresinin 3. âyetinde, gayba inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın altı şartı da gayba inanmayı gerektirmektedir. Çünkü hiç birisini görmüş değiliz.
Peygamber efendimiz, aşağıda bildirilen iman ile ilgili âyetleri açıklayarak imanı şöyle tarif etti:
(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana], kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.) [Buhari, Müslim, Nesai]
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere inanmaktır.) [Bekara 177]

(Onlar gayba [Allah'a, meleklere, kıyamete, cennete, cehenneme görmedikleri halde] inanırlar.) [Bekara 3]

(Onlar, sana indirilene, senden önceki kitaplara ve ahirete iman ederler.) [Bekara 4]

Bu üç âyette, Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve gayba inanmak bildiriliyor.

(Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.) [Bekara 255]

(Ölümü Allah’ın iznine bağlı olmayan hiç kimse yoktur.) [Al-i İmran 145]

(Ölüm zamanını takdir eden ancak Allah’tır.) [Enam 2]

Bu üç âyet, takdirin Allah tarafından olduğunu bildirmekte, kadere iman etmeyi göstermektedir.

(Kendilerine bir iyilik dokununca, "Bu Allah’tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de "Bu senin yüzünden" derler. “Küllün min indillah” [Hepsi Allah’tandır] de, bunlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar.) [Nisa 78]
Bu âyet, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu bildirmektedir.

(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.) [Ahzab 40]
Bu âyet de, Resulullahın peygamber olduğunu bildirmektedir.

Amentü’nün manası
Allah’a inanmak:
Allahü teâlânın varlığına, birliğine, Ondan başka ilah olmadığına, her şeyi yoktan yarattığına, Ondan başka yaratıcı olmadığına kalben inanmak, kabul etmek demektir. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği son Peygamberi Muhammed aleyhisselam vasıtasıyla bildirdiği dinin hepsini kabul etmek, beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!) [Araf 158]

Meleklere inanmak:
Melekler nurani cisimlerdir. Hiçbirinde erkeklik dişilik yoktur. Hepsinin günahsız, emin olduğunu kabul etmek, tasdik etmek, yaptıkları işleri beğenmek şarttır. Bir âyet-i kerime meali:
(Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere inanmaktır.) [Bekara 177]

Kitaplara inanmak:
Zebur, Tevrat, İncil, Kur’an
ve diğer kitapların Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine, hepsinin hak olduğuna inanmak lazımdır. Ancak, Kur’an-ı kerimden önceki kitapların insanlar tarafından değiştirildiğini, Allah kelamı olmaktan çıktıklarını bilmek, bunu kabul ve tasdik etmek demektir. Önceki kitapların hiç birisi değişmemiş bile olsa, Allahü teâlâ tarafından nesh edildiğine yani yürürlükten kaldırıldığına iman etmek gerekir. Bir âyet-i kerime meali:
(Onlar, sana indirilene [Kur’an-ı kerime], senden önceki indirilen kitaplara iman ederler.) [Bekara 4]

Peygamberlere inanmak:Peygamberlerin hepsinin Allahü teâlâ tarafından seçilmiş olup, sadık, doğru sözlü, günahtan masum olduklarını kabul ile tasdik etmek demektir. Onlardan birini bile kabul etmeyen, beğenmeyen kimse, kâfir olur. Peygamberlerin ilkinin Âdem aleyhisselam ve sonuncusunun, Muhammed aleyhisselam olduğuna iman etmek, kabul ve tasdik etmek demektir. Peygamber efendimizin bildirdiği dini hükümlerin hepsini, en güzel şekilde ve eksiksiz tebliğ ettiğine inanmak, bu emir ve yasakların hepsini kabul edip, hepsini beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Bütün Peygamberlere iman edip, hiçbirini diğerinden ayırmayanlar Allah’ın mükafatına kavuşacaktır.)
[Nisa 152]

Kaza ve kadere inanmak:Allahü teâlânın insanlara cüzi irade verdiğini, insanların bu cüzi iradeye göre tercih ettikleri ve yaptıkları her şeyi Allahü teâlânın yarattığına iman etmek demektir. Hayır ve şer, her şeyi kulların talep ettiklerini, Allah’ın da bunu dilediği takdirde yarattığını bilmek, bunu kabul ile tasdik etmek ve beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.) [Ahzab 38]

Ahirete inanmak:
İnsanların kıyamet kopunca, dirileceklerine, hesap ve mizandan sonra, Müslümanların Cennete, kâfirlerin Cehenneme gideceklerine ve orada ebedi kalacaklarına iman etmek, bunu kabul etmek ve beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Onlar [Müslümanlar], ahiret gününe iman ederler.) [Bekara 4]

Kelime-i şehadete inanmak şöyle olmalı:
Ben şehadet ederim ki, yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu, resulü ve son Peygamberidir. İki âyet-i kerime meali:
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.) [Ahzab 40]

(Allah’a ve resulüne inananlara, rableri katında nurları ve ecirleri vardır.) [Hadid 19]

İnanmak ne demek?
Sual: Müslüman olmak için Amentü’deki altı esasa inanmak şarttır, ama inanmak ne demektir?
CEVAP
İnanmak, görmüş gibi, kabul etmek, tasdik etmek, beğenmek demektir. Bir insanın Müslüman olabilmesi için, iman sahibi olması, yani dinimizin emir ve yasaklarına inanması şarttır. Yalnız inanması da kâfi değildir; bu emirleri beğenmesi ve sevmesi de şarttır. Bu da bir bilgi işidir. Yapıp yapmamak ayrı, bunları kabul etmek, beğenmek ve sevmek ayrı şeydir. Yapıp yapmamak günah ve sevapla ilgili, kabul etmek ve beğenmek imanla ilgilidir. İmanın altı esası bir bütün olup, çok önemlidir. Ufak bir şüphe götürmez. İnandığı halde, birini bile beğenmemek kâfirliktir.

İmanın tarifi nedir?İmanı şöyle tarif ediyorsunuz:
"İman, Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve itikat etmektir, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur, resulü tasdik etmiş olmaz. Veya, resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. İman, Amentü’deki 6 esasa kesin olarak inanmaktır. Çünkü iyiler övülürken, (Onlar gayba inanır) buyuruluyor."
Bu tarif, Kur'ana zıttır, Bekara suresinin 62. âyetine aykırıdır. İman sadece Allah’a ve ahirete olması gerekir. Bu tarifin Muhammedi tavırla hiç bir alakası yoktur.
CEVAP
(Muhammedi)
ifadesi uygun değildir. Bu, Peygamber efendimizin Allah’ın Resulü olduğuna inanmayan, Kur'anın Allah’ın kelamı değil, Muhammed aleyhisselamın sözü olduğunu savunan müsteşriklerin ve misyonerlerin ifadesidir. İman edilmesi gereken hususlar sadece Bekara 62 de mi bildiriliyor? Diğer âyetleri niye gizliyorsunuz? Güneş balçıkla sıvanmaz. İman sadece Allah’a ve ahirete değil, Amentü’deki altı esasa inanmaktır. Bekara suresinin 3. âyetinde, gayba inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın altı şartı da gayba inanmaktır. Çünkü hiç birisini görmüş değiliz.

Peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünü olan Hazret-i Ebu Bekir bu üstünlüğe kavuşup nasıl Sıddık lakabını aldı biliyor musunuz? (Allah ne diyorsa doğrudur, Allah’ın resulü ne diyorsa doğrudur) demesi yüzünden bu dereceye yükselmiştir. Kâfirler, (Muhammed, Ebu Bekir’e galiba sihir yapmış, çünkü görmeden inanıyor, bir anda onun Miraca gidip geldiğini tasdik ediyor) diye hayrette kaldılar.

İslamiyet’i beğenmek
Sual:
Bir kimse, Amentü’nün altı şartına inansa, fakat Allah’ın emir ve yasaklarından birini beğenmese, mesela (Cehennem lüzumsuzdur) veya (Şarabın haram edilmesi manasızdır) dese, bu kimse, imanın şartlarının hepsini kabul ettiği için imanlı sayılmaz mı?
CEVAPSayılmaz. Amentü’nün içinde Allah’a iman vardır. Allah’a iman, bütün sıfatlarıyla birlikte ona imandır, ayrıca emir ve yasaklarının yani İslamiyet'in doğru ve yerinde olduğuna da inanmak şarttır. Böyle inanmayan iman etmiş sayılmaz. Demek ki, Amentü’ye inanan kimsenin İslamiyet’i beğenmesi şarttır, çünkü İslamiyet, Allahü teâlânın emir ve yasaklarıdır. Emir ve yasakların birini bile beğenmemek küfür olur.

Bunun gibi hubb-i fillah, buğd-i fillah da imanın esaslarındandır. Allahü teâlâyı sevmek de, emir ve yasaklarının hepsinin yerinde ve güzel bulmakla olur. Allah’ı ve onun dostlarını sevmek, sevmediklerini sevmemek de lazımdır. Bir hadis-i şerif meali:
(Allah için seven, Allah için buğzeden, Allah için veren, Allah için yasaklayan, gerçek iman sahibidir.) [Ebu Davud]

İman herkese lazım
Sual:
İman etmek akıl icabı değil midir?
CEVAPİmanı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lazımdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ne demektir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanmak felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir. Bu korkunç felaketten kurtulmak çaresini arar. Bunun çaresi ise, çok kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselamın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak ve beğenmek) insanı bu sonsuz felaketten kurtarmaktadır.

Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felaketten korkmuyorum, bu felaketten kurtulmak çaresini aramıyorum derse, buna, (İnanmamak için elinde senedin, vesikan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana engel oluyor?) denirse ne cevap verecektir? Elbette hiçbir vesika gösteremiyecektir. Senedi, vesikası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimal denir. Milyonda, milyarda bir ihtimali olsa da, (sonsuz olarak ateşte yanmak) korkunç felaketinden sakınmak lazım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felaketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimalinden kurtulmak çaresini aramaz mı? Görülüyor ki, her akıl sahibinin iman etmesi lazımdır.

İman etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, zevkli tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lazım değildir. Yalnız kalb ile, ihlas ile, samimi olarak inanmak yeterlidir. Bu inancını inanmayanlara bildirmek de şart değildir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki, (Sonsuz ateşte yanmaya inanmayanın, buna çok az da bir ihtimal vermesi, zannetmesi akıl icabıdır). Sonsuz olarak ateşte yanmak ihtimali karşısında, bunun yegane ve kesin çaresi olan iman nimetinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz mı?

İmandan mahrum olan
Sual:
(İman edenin, neyi yok; imandan mahrum olanın neyi var ki?) sözü, ne demektir?
CEVAPHüküm, neticeye göre verilir. Ebedi kâr ve zarara bakılır. Ebedi nimetlere kavuşmanın veya ebedi azaplara düşmenin sebebi, insanda bir hazinenin varlığına veya yokluğuna bağlıdır. Bu hazine imandır, Müslüman olmaktır. Bu hazineye malik olanın her şeyi var demektir. Bu hazineden mahrum kalanın da, hiçbir şeyi yok demektir. Mesela dünyanın en fakir insanı salih bir Müslüman olsun. Bu çok fakir Müslümana, (Dünyanın bütün servetini, her şeyin tapusunu sana vereceğiz, dünyanın lideri de, sen olacaksın, ama; imanını bırak) deseler. O, çok fakir Müslüman, bunu asla kabul etmez. Demek ki, iman sahibi, dünyadaki bütün servetin satın alamayacağı bir hazineye ve erişilemeyecek bir makama sahiptir.

Netice olarak, Allahü teâlâya iman eden kimse, o haliyle de ölürse, ebedi Cennetliktir. Başka hiç bir şeyi olmasa da, ne önemi var? İmandan mahrum olanın akıbeti ise, ebedi Cehennemdir. Bütün dünya onun olsa da, neye faydası olur? Onun için bir iş yaparken, bu işten Allahü teâlâ razı mı, değil mi ona bakmak gerekir. O, razı ise başka hiç kimse razı olmasa da, önemi yoktur. O razı değilse, herkes razı olsa da, beğense de, hiç kıymeti olmaz. O halde her işte ölçümüz, Allahü teâlânın rızası olmalıdır.

Dil ile ikrar
Sual: Bir ingiliz arkadaşım var. Müslüman olmuş, namaz kılıyormuş ama, hiç kimseye söylememiş. İngilizler Müslüman olduğunu duyarsa, iyi gözle bakmayacaklarını söylüyor. Kitaplarda okumuş, kalb ile tasdik, dil ile ikrar etmek gerekiyor, şimdi benim kaç kişinin yanında Müslümanlığımı ikrar etmem gerekir diyor. İkrar etmeden veya edemeden ölsem Müslüman sayılmaz mıyım diyor.
CEVAPEvet iman etmek için kalb ile tasdik dil ile de ikrar gerekir. Ancak, onun dil ile başkalarına ikrar etmesi gerekmez. İslam ülkesinde ikrar etmesi gerekir ki, Müslüman olarak bilinsin ve Müslümanlara yapılan muamele ona yapılsın ve Müslüman mezarlığına defnedilsin.

İnanmak ve beğenmek
Sual:
Cennete, Cehenneme ve Allah’a inanan herkes mümindir ve Cennete gider deniyor. Böyle bir şey var mıdır?
CEVAPÇok yanlış bu! Şeytan da Allah’a inanıyor, o da Cennete Cehenneme inanıyor. Hatta imanın diğer şartlarına da inanıyor. Meleklere inanıyor, Peygamberlere inanıyor, gönderilen kitaplara inanıyor. Öldükten sonra dirilmeye inanıyor. Hesaba, kitaba inanıyor yani bunları biliyor. Demek ki Amentü’ye sadece inanmakla, bunları bilmekle iman olmuyor. Amentü’de bildirilen altı esasa inanmakla birlikte, Allahü teâlâ tarafından bildirilen emir ve yasakların tamamını kabul etmek ve hepsini beğenmek de şarttır. Birini bile beğenmeyen müslüman olamaz. Bir de, Hubb-i fillah, buğd-i fillah var. Yani Allah dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek gerekir. Tersi, yani Allah dostlarını düşman, düşmanlarını da dost bilen kimse mümin olamaz.

Demek ki Amentü’ye şeytan da inanıyor, hepsini teker teker biliyor. Ancak şeytan, inandığı, teker teker bildiği bu şeyleri kabul etmiyor, beğenmiyor ve Allah dostlarını düşman, düşmanlarını da dost biliyor. Şeytan gibi bilen ve inanan kimse mümin olmaz.

En faziletli iman
Sual:
En faziletli iman nedir?
CEVAPİmanın altı şartına inanıp, hubb-i fillah ve buğd-i fillaha sahip olduktan sonra, hep Allahü teâlâyı hatırlamak, her işini dine uygun olarak, Allah için yapmaktır. Bir hadis-i şerif meali:
(En faziletli iman, nerede olursan ol, Allahü teâlânın seninle beraber olduğunu bilmendir.) [Taberani]

İman mahlûk mudur?
Sual:
İman mahlûk mudur, yani sonradan mı yaratılmıştır?
CEVAP
İslam âlimleri buyuruyor ki: İman, Allahü teâlânın hidayeti olması bakımından mahlûk değildir; fakat kulun tasdik ve ikrar etmesi bakımından mahlûktur. İş sahibi, işi yaratan değil, bu işi yapandır. İnsan, mahlûk olduğu gibi, insanın küfrü de, imanı da mahlûktur. (Milel ve Nihal)




18 Kasım 2010 Perşembe

Genel Bilgiler

Yahudiler Gibi Sallanmayin

Sahabelerden Ümmü Ruman (r.a.), namaz kılarken sallanıyordu. Onu bu halde gören eşi Hazret-i Ebu Bekir (R.d.), öyle bir azarladı ki, Ümmü Ruman neredeyse namazdan çıkacaktı. 


Daha sonra Hz. Ebû Bekir (R.d.)
, şiddetle uyarmasının sebebini şöyle açıkladı:

– Resulullah (a.s.m.) şöyle buyuruyordu: “Herhangi biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun, Yahudiler gibi sallanmasın. Zira namazda her tarafın sükûnet içinde olması, namazın tamamındandır.”

Namazı Yaşayanlar/Said Demirtaş/Nesil Yayınları



dinimizde alkışlamanın yeri
Islâm dinine hakaret eden birisini alkışlamanın hükmü nedir?

Öncelikle alkışın her türlüsünün bid'at olduğu bilinmelidir. Alkış yerine Islâm'da "tekbir" vardır. Yani Islâm'da heyecanla yapılan bir hareket bile, yüce bir gerçeği vurgular. Sonra Islâma hakaret eden birisini, bu hakareti sırasında, hakaret olduğunu bile bile alkışlamak küfürdür, tevbe edilmesi gerekir. Başka bir hareketinden dolayı, ya da hakaret olduğunu bilmeksizin hakaretinden dolayı alkışlamak ise gaflettir, bid'attır, uyanmak, dostu dost, düşmanı düşman olarak tanımak ve sünnet olanı yapmak gerekir.

Alkış bir yönüyle de kişiyi yüzüne karşı övmektir. Oysa hadîste: "Kişiyi yüzüne karşı öven meddahların suratlarına toprak saçın" buyrulmuştur.i Bir keresinde Mescid-i Nebi'de Hz. Ebubekir namaz kıldırmış, bilahâre Rasûllüllah (s.a.) gelince mesciddekiler bunu alkışla karşılamışlar, bunun üzerine de böyle yapmamaları konusunda ikaz edilmişlerdir




İki bölümlü tahta üzerinde, atılan zarlara göre pulları hareket ettirilerek oynanan oyun ve bu oyunun oynandığı tahta.

Tavlanın Arapça'daki ismi "Nerd"dir. Tavla çok eski bir oyundur. Arabların bunu Farslılardan aldığı söylenir. Buna delil olarak asıl adının "Nerdeşîr" olduğu gösterilmektedir (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, VI, 4392).

Tavlánın haramlığı bizzat Resulullah (s.a.s)'in hadisleriyle sabittir:

1- Müslim, Ebû Davûd ve Ahmed b. Hanbel'in Büreyde b. Hasîb (r.a)'den rivâyet ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.s) Tavla (Nerdeşir) oynayan sanki elini domuz kanına bulaştırmış gibidir" buyurmuştur (İbn Hanbel, V, 370).

2- Muvatta, Ebû Davûd, İbn Hanbel, İbn Mâce, Hakim, Dârakutnî ve Beyhakî'nin Ebû Musa el-Eş'arî (r.a)'den rivâyet ettikleri bir hadiste de, "Kim tavla oynarsa ALLAH ve Resulune isyan etmiştir" buyurulmuştur (Ebû Davûd, Edeb, 56; İbn Mâce, Edeb, 43; Muvattâ, Rüya, 6).

Bu hadis-i şerifler ışığında tavlanın haram olduğu anlaşılmaktadır. Tavla kumarın bir çeşididir ve kumarın haramlığında şüphe yoktur. Çünkü Resulullah (s.a.s) "Kim arkadaşına; gel kumar oynayalım dese (de oynamasa, bu sözüne kefaret olmak üzere) sadaka versin." buyurmuştur (Buharî, Edeb, 74; Müslim, Eyman, 4; Ebû Davûd, Eyman, 3).

Kumar oynamaya sadece çağırmak bile, kefâret olarak sadaka vermeyi gerektiren bir günahtır.

Bütün müdevven fıkıh ekolleri, Hanefi*, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelîler, İmamiyye ve Zeydiyye, ayrıca Zahirîler tavlanın haram olduğunda ittifak halindedirler.

imam Şevkânî, İbn Muğaffel ile İbn Müseyyeb'in tavla oynama, kumara sebep kılınmadığı takdirde, ruhsat verdiklerini nakletmektedir (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 107). Ancak yukarıda geçen hadisler tavlanın haram olduğuna kesinlikle delâlet etmektedir. İster kumar niyetiyle oynansın, ister başka niyetle oynansın. Çünkü "Tavla oynayan ALLAH ve Resulune asi olmuştur" hadisi sarih ve sahihtir. ALLAH ve Resulune asi olana Cehennem'in gerekli olduğu da açıktır. Çünkü Cenab-ı Hak:

Kim ALLAH'a ve Resulune isyan ederse, içinde ebedi kalmak üzere, ona Cehennem ateşine düşmek vardır" (el-Cin, 72/23) ve "ALLAH ve Resulunün emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın çarpmasından, yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar" (en-Nûr, 24/63) buyurmaktadır.

Tavla ve benzeri oyunlarda sonuç şansa dayanmaktadır. Bu ise önce mücâdeleye ve çekişmeye, sonra hırslanmaya, sonra da kin, düşmanlık ve fitneye sebep olmaktadır.

Tavla genellikle, az bir miktar ile de olsa, kumar olarak oynanmaktadır. İnsanlar ona alışmakta, âdet edinmektedirler. Kazanmak hırsına kapılan insan, bu hırsla rahatça yalan söyleyebilmektedir. Yalan yere yemin ise kendi başına büyük günahlardandır. Oynadıkça hırslanan insan, oynadıkça oynamakta, vaktin nasıl geçtiğini bilmemekte, dünyası âdeta oynadığı oyundan ibaret olmaktadır. Böyle bir insanın gaflete dalacağı tabiidir. Gaflete dalan insan ise haliyle hem ALLAH'ı anmayı, hem de namazı hatırına getirememektedir.

Tavlayı oynamak haram olduğu gibi, tavla aletinin alış-verişini yapmak da haramdır (Muhammed Vefâ, Bey'u'l-A'yâni'l-Muharrame
, 94-96)

İman Etmeyenleri Bekleyen Azap Dolu Hayat ....


Kuran'daki tasvirlerden anlaşıldığı üzere cehennem; pis kokusu, dar, gürültülü, karanlık, isli, dumanlı, izbe ve tekin olmayan mekanları, hücreleri, kavurucu sıcaklığı, en iğrenç yiyecek ve içecekleri, ateşten elbiseleri, sonsuza kadar artan azabıyla tüm ayrıntıların eksiksiz bulunduğu bir mekandır. Ancak söz konusu ortamı, çok uzak olsa da, fikir vermesi açısından bazı yönlerden, nükleer savaş sonrasındaki dünyayı tasvir eden filmlerdeki karanlık, alabildiğine pis, iğrenç, bunaltıcı ortamlara benzetebiliriz. Elbette böyle bir mekanda, bu mekana uygun bir hayat söz konusudur. Cehennem ehli duyar, konuşur, tartışır, kaçmaya çalışır, ateşte yakılır, azabın hafifletilmesini ister, susar, acıkır, pişmanlık duyar. Tüm bunları yaşarken şuuru tamamen açıktır.

Bu ortamda cehennem halkı pis ve iğrenç mekanlarda insanlık dışı bir şekilde yaşarlar. Yiyecek olarak yalnızca zakkum ağacını veya darı dikenini bulabilirler. (Duhan Suresi, 43) İçecek olarak ise irin, kan ve kaynar sudan başka birşeyleri yoktur. (Nebe Suresi, 25) Bu arada ateş onları her yanlarından kuşatmıştır. Yanan derilerinin yerine yenileri yaratılır. (Nisa Suresi, 56) Böylece ateşin verdiği acı, kesintisiz bir şekilde hiç hafiflemeden devam eder. Derileri dökülmüş, etleri yanmış, bütün vücutları yanık, kan ve irin içinde olduğu halde zincirlere vurulur ve kırbaçlanırlar. Tasmalandırılır, elleri boyunlarına bağlı olarak daracık yerlere atılırlar. Zebaniler tarafından ateşten yataklara yatırılırlar, üzerlerine örttükleri örtüler bile ateştendir. Bu azaptan kurtulabilmek için sürekli feryat ederler, yalvarırlar, ama kendilerine cevap bile verilmez. En azından, bir günlük de olsa azabın hafiflemesini isterler, ancak yine aşağılanma ve azapla karşılık görürler.

Cehennemde bütün bu olanlar kesin birer gerçektir. Bugün dünyada sürdürdüğümüz hayat kadar, hatta daha da gerçektir. Allah'a, O'nun tam olarak istediği gibi değil, bir ucundan ibadet edenler (Hac Suresi, 11); "nasıl olsa Allah bağışlar" diyerek günah işleyip de azapta belirli bir süre kalacaklarını umanlar (Al-i İmran Suresi, 24); iman etmeyerek sadece para, mevki, kariyer gibi kavramları hayatlarının amacı haline getirenler; Kuran'ı şahsi menfaatlerine göre yorumlayıp çarpıtanlar, kısacası iman etmeyen bütün insanlar, müşrikler ve münafıklar ahiret günü hepsi cehenneme getirilirler.



Kuran ahlakından yüz çeviren kişilerin hiçbir kurtuluşlarının olmayacağı cehennemde dehşet verici bir azapla karşılaşmaları sadece bir an meselesidir. Bu nedenle her insan, burada anlatılan gerçekleri öğrendiğinde hiç zaman yitirmeden içinde bulunduğu yanlışlıktan geri dönmeli, Rabbimiz'den bağışlanma dileyerek O'nun yolunda çaba harcayacağı bir hayatı seçmelidir. Kuran'da şöyle bildirilmektedir:

O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. Onları bırak, yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İleride bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)

Okuyacağınız yazılar ile amaçlanan, Allah’ın büyük bir azap olarak Kitabında anlattığı cehennemi insanlara tanıtmak, sahip olduğu korkunç aşağılanmanın, rezilliğin, sefilliğin, fiziksel ve psikolojik eziyetlerin çok çeşitli uygulamalarından herkesi haberdar etmektir. Sonsuz azaptan ve duyulacak pişmanlıktan kurtulmanın ve Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmanın yolu ise çok açıktır: Geç olmadan Allah'a gönülden iman etmek ve tüm yaşamını O'nu razı edeceği umulan davranışlarla geçirmek…

Rabbiniz'den olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır. (Al-i İmran Suresi, 133)

Geri Dönüşü Olmayan Bir Mekan...


Cehennemin en korkunç özelliklerinden biri de azabın hiçbir zaman bitmeyecek olmasıdır. İçine bir kez girdikten sonra artık geri dönüş olmayacaktır. Tek gerçek, sonsuza kadar sürecek olan ateş azabıdır. Bununla yüzyüze gelen insan ruhen sonsuz yıkıma uğrayacaktır. Çünkü artık hiçbir umut kalmamıştır. Kuran'da, cehennem halkının çaresizliği şöyle bildirilmektedir:

Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, geri çevrilirler ve onlara: "Kendisini yalanladığınız ateş azabını tadın" denir. (Secde Suresi, 20)
Kilitlenen Kapıların Ardındaki Sonsuz Hayat
Yüce Allah'ın "Kahhar" (Kahredici), "Cebbar" (istediğini zorla yaptıran), "Muntakim" (intikam alıcı) gibi isimlerinin sonsuza dek tecelli edeceği bir mekan olan cehennem, insana her yönden acı vermek için özel bir yaratılışla yaratılmıştır. Kuran ayetlerinde cehennem, yaşayan bir canlı gibi tasvir edilmektedir. Bu canlı, iman etmeyen kişileri yaratıldığı günden beri sabırsızlıkla beklemektedir. Cehennem, ayetlerde bildirildiğine göre, “insana delicesine susamıştır.” (Müddessir Suresi, 29) İman etmeyenler için yaratılan cehennem, o gün geldiğinde, sonsuza kadar devam edecek görevini yapmak üzere harekete geçecektir.

Ayetlerde bildirildiği üzere, cehennem halkı, cehenneme girdiklerinde onun kapıları üzerlerine kapatılacak ve olabilecek en dehşet verici görüntülerle karşılaşacaklardır. İman etmeyenler biraz sonra ateşe atılacaklarını ve bunun da sonsuza kadar süreceğini anlamışlardır. Kapıların kapanması, artık bir çıkışın ya da kaçışın olmadığını gösterir. Allah, cehennem halkının bu durumunu şöyle bildirmektedir:

Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme). "Kapıları kilitlenmiş" bir ateş onların üzerinedir. (Beled Suresi, 19-20)
Samimi Tefekkür Edilmediğinde Kavranamayan Azap
İnsanın dünya hayatında sahip olduğu kıstaslar, cehennem azabını tam olarak kavramaya yeterli değildir. Birkaç saniye olsun ateşe veya kaynar suya dayanamayan insan, çoğunlukla, sonsuza kadar sürecek bir ateş azabını zihninde gerektiği gibi canlandıramaz. Hatta dünyadaki ateşin verebileceği herhangi bir acı, cehennem azabının şiddeti ile karşılaştırılamaz. Sonsuz güç sahibi Allah, azabının bir benzeri olmadığını Kuran'da şöyle bildirmektedir:

Artık o gün hiç kimse (Allah'ın) vereceği azab gibi azablandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 25-26)

Cehennemdeki azabı dünyadaki herhangi bir azabla kıyaslamak elbette mümkün değildir. Cehennem ehli beş duyusuyla da azap çeker. Gözü dehşet verici ve iğrenç görüntüler görür; kulağı korkunç ve acı veren sesler, uğultular, gürültüler, çığlıklar, inlemeler, haykırışlar duyar; burnu olabilecek en pis ve tiksinti verici kokularla dolar; dili en iğrenç tadları, en dayanılmaz acıları hisseder; derisi ve tüm vücudu, tek bir hücresi eksik kalmamak üzere yanar, şiddetli acılar içinde kıvranır. Bir türlü ölüp yok olmaz. Derileri yenilenir, azapta hiçbir kesinti ve hafifleme olmadan aynı işkence sonsuza dek sürer. Kuran'da bildirildiğine göre artık iman etmeyenler için, "sabretseler de birdir, sabretmeseler de". (Tur Suresi, 16)

Cehennemde en az fiziksel acılar kadar şiddetli manevi azaplar da vardır. Dünya hayatında Allah'a iman etmemiş olan kişiler aşağılanır, horlanır, rezil olur, pişman olur, çaresizliklerini ve ümitsizliklerini düşündükçe yürekleri yanar ve ruhları sıkıntıya düşer. Sonsuzluk akıllarına geldikçe mahvolurlar. Öyle ki, azap bir milyon yıl sonra veya bir milyar yıl sonra ya da trilyonlarca yıl sonra sona erecek olsa, bu onlar için büyük bir umut ve sevinç kaynağı olurdu. Ancak bu hiçbir zaman gerçekleşmez. Bu nedenle de tarifsiz bir ümitsizlik içine düşerler. Unutulmamalıdır ki; azabın bir daha hiç sonunun gelmeyeceğini, cehennemden hiçbir zaman çıkış olmayacağını bilmenin verdiği ümitsizlik hissi, dünyadaki herhangi bir ümitsizlik hissiyle kıyaslanamayacak bir duygudur.

SONSUZ MUTSUZLUK MU?


Yüce Allah; insanları yaratmış, onlara Kendi dinini tebliğ eden mübarek elçiler ve Hak kitaplar göndermiştir. İnsanlar bu vesileyle her devirde, sonsuz rahmet ve merhamet sahibi Yüce Rabbimiz'in varlığına ve birliğine iman etmeye çağrılmaktadırlar.

Dünya üzerindeki herkes, her an Allah'ın koruyuculuğuna, rahmetine muhtaçtır. Aciz olarak yaratılan insan; soluk alıp vermesinden ayakta durmasına, beslenmesinden konuşmasına kadar her an ihtiyaç içindedir. Ayrıca Yüce Allah'ın "Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat Suresi, 56) ayetiyle bildirdiği üzere, insan yalnızca Allah'a kul olması için yaratılmıştır. Yaratılış amacını kabul etmediğinde ise, bunun karşılığını ahirette görecektir. Yüce Rabbimiz'in şanını gerektiği gibi tanıyıp takdir etmeyip böbürlenenlerin göreceği karşılık, cehennemde yaşanacak sonsuz bir azaptır. Allah, Kuran'da şöyle buyurmaktadır:

... Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60)

Ayette bildirilen bu açık gerçeğe karşın, insanların çok büyük bir bölümü bir tür oyalanma içindedirler. Kendilerini dünya hayatının aldatıcı süslerine ve sözde önemli uğraşılarına kaptırarak, ahiret hayatları için çaba harcamak yerine zaman kaybetmeyi tercih ederler. Sürekli düşünmeleri ve önem vermeleri gereken tek konu bu olmalıyken; önemsiz bir konu için aylarca, yıllarca hiç durmadan çalışabilirler. Kuran'da, gaflet halindeki bu çoğunluk şöyle bildirilmektedir:

İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar. Onların kalpleri tutkuyla oyalanmadadır... (Enbiya Suresi, 1-3)
Bir başka büyük gerçek ise bu azabın cehenneme giren herkes için "sonsuza dek" sürecek olmasıdır. Birçok insan, cehennem azabının belirli bir zaman süreceği, sonra da bağışlanacakları gibi bir hurafeye inanmaktadır. Bu inanç özellikle ibadetlerini tam olarak yapmayan insanlar arasında oldukça yaygındır. Bu kişiler dünya hayatından istedikleri kadar yararlanıp, bunun karşılığında cehennemde bir süre kalacaklarını, daha sonra affedileceklerini zannetmekte ve vicdanlarını bu şekilde rahatlatmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu düşünceleri kesinlikle doğru değildir. Çünkü Kuran'daki cehennemle ilgili tüm ayetlerde; cehennemin iman etmeyen kişiler için yaratıldığı, buradaki azabın sonsuza dek sürdüğü ve geriye hiçbir dönüş olmadığı bildirilmektedir. Ayette bildirildiği üzere, iman etmeyenler "bütün zamanlar boyunca içinde kalacaklardır." (Nebe Suresi, 23)


"Biraz yanıp sonra da cennete girme" şeklindeki batıl düşünce ise, bazı insanların kendilerini ve vicdanlarını avutup aldatmak için uydurdukları boş bir inançtır. Nitekim Kuran'da bu boş inanç da bildirilmektedir. Bu düşünceye sahip bazı Yahudiler hakkında Yüce Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır:

Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki: "Allah Katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz birşeyi mi söylüyorsunuz?" Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 80-81)

Dünyada iken Allah'a karşı büyüklük taslamış olanları, mahşer günü bekleyen karşılama ise şöyle bildirilmektedir:

Öyleyse içinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin. Büyüklük taslayanların konaklama yeri ne kötüdür. (Nahl Suresi, 29)

HESAP GÜNÜNDE; Müminlerin Yüz İfadeleri


Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır." (Yunus Suresi, 26)

İman Etmeyenlerin Yüz İfadeleri

"...Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah'tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır." (Yunus Suresi, 27)

Müminler Kolay Bir Hesaba Çekilirler

Müminler dünyadaki yaşamlarını, kendilerini yaratan ve doğruya yönelten Rabbimiz'in istediği şekilde sürdürmüşlerdir. Allah pek çok ayette iman edip salih amellerde bulunanların, günahlarını da iyiliklere çevirip bağışlayacağını bildirmiştir. İnşikak Suresi'nde müminler için oldukça kolay bir hesap olacağı bildirilir:

"Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp durmaktasın; sonunda O'na varacaksın. Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse, O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır."

İman Etmeyenleri Zor Bir Hesap Beklemektedir

Dünyadaki yaşamlarını Allah'ın gösterdiği yolu bırakarak, kendi istek ve tutkularına uyan ya da içinde bulundukları toplumun çarpık değer ve inançlarına göre yaşayan inkarcıların hesabı, bu tavırlarını değiştirmedikleri takdirde, çok zorlu olacaktır. Bunun en büyük sebebi, kendilerine dünyada Allah'ın varlığına dair hatırlatıcılar gelmesine rağmen Allah'ın sınırlarını korumamaları ve dünyaya tekrar gönderilseler de korumayacak olmalarıdır. Bu, Kuran ayetleri ile haber verilmiş kesin bir gerçektir:

"Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz'in ayetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık. Hayır, önceden saklı tuttukları kendilerine açıklandı. Şayet (dünyaya) geri çevrilseler bile, kendisinden sakındırıldıkları şeylere şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten inkarcıdırlar." (Enam Suresi, 27-28)

Ayetlerde belirtildiği gibi, şeytanın etkisindeki nefsine uyarak kötülükte ısrar eden kimseler için ahirette sonsuza kadar sürecek bir azap vardır:

Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır.

Ancak nefsinin değil, her zaman doğruyu işaret eden vicdanının sesini dinleyen ve bunda kararlılık gösteren insanlar için Allah Kuran'da şöyle buyurmaktadır:

İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 81, 82) (İnşikak Suresi, 6-9)

GERÇEK YAŞAM AHİRETTEDİR


Birçok insan, dünya üzerinde eksiksiz ve mükemmel bir yaşamın kurulabileceğini sanır. Gerekli maddi imkanlar elde edildiğinde, bu dünyadaki yaşamın insanı tam olarak tatmin edebileceğini ve mutlu kılabileceğini düşünür. En yaygın kanaate göre insan, maddi bir zenginlik, bu düşünce doğrultusunda gerçekleştirilmiş bir evlilik, diğer insanların gözünde saygınlık ve toplum içinde güçlü bir kariyer elde ettiğinde, kusursuz bir hayat kurmuş olur.

Oysa Kuran'da bu tür bir bakış açısı şiddetle yerilmektedir. Aksine Kuran'da, dünya üzerinde sürdürdüğümüz yaşamın, asla eksiksiz, mükemmel ve sorunsuz olamayacağı bildirilmektedir. Çünkü dünya hayatı özellikle böyle tasarlanmıştır.

"Dünya" kelimesinin kökeni bu konuda çok önemli bir anlam içerir. Kelime, Arapçadaki "deniy" sıfatından türemiştir. "Deniy" ise, alçak, düşük, basit, değersiz gibi anlamlara gelmektedir. Bu durumda "dünya" kelimesi de, bu sıfatlara haiz bir mekan anlamını taşır.

Nitekim Kuran'da, dünya hayatının değersizliği ve önemsizliği sık sık vurgulanır. Dünya hayatını güzel kıldığı düşünülen zenginlik, aile, statü, başarı gibi faktörler, Kuran'a göre geçici ve aldatıcı birer metadan başka bir şey değildirler. Allah bir ayette dünya hayatı hakkında şunları bildirmektedir:

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)

Başka ayetlerde ise insanın dünya hayatı dolayısıyla nasıl bir aldanışa kapıldığı şöyle açıklanır:

Hayır siz, dünya hayatını seçip üstün tutuyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir. (A'la Suresi, 16-17)

Ayette bildirildiği gibi söz konusu kişiler dünya hayatını ahirete üstün tutmaktadırlar. Bunu yaparak, Allah'a iman etmemiş ve Kuran ayetlerinden yüz çevirmiş olmaktadırlar. Kuran'da bu gibi kişiler "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin bulanlar ve Bizim ayetlerimizden habersiz olanlar" (Yunus Suresi, 7) şeklinde tanımlanmakta ve hepsinin sonsuz cehennem azabıyla karşılık bulacakları bildirilmektedir. Elbette, dünya hayatının eksikliği, bu dünyada güzel şeylerin var olmadığı anlamına gelmez. Aksine, Allah dünyayı cenneti hatırlatacak pek çok güzel nimetle doldurmuştur. Fakat bu güzelliklerin yanına cehenneme ait olan eksiklik, çirkinlik ve kusurlar da katılmıştır.

Dünyada, imtihan ortamının hikmeti gereği cennet ve cehenneme ait özellikler bir arada bulunurlar. Bu şekilde müminler hem cennet hem de cehennem hakkında fikir edinir, hem de kendilerini dünyadaki kısa ve geçici yaşama kaptırmak yerine, gerçek, kusursuz, eksiksiz ve sonsuz yaşam olan ahirete yönelirler. Allah'ın kulları için seçip beğendiği yaşam da işte bu ahiret hayatıdır. Ahiret, Kuran ayetlerinde insanların gerçek ve ebedi yurdu olarak tarif edilir.

Ancak başta da belirttiğimiz gibi birçok insan dünyada mükemmel bir hayat kurulabileceğini zanneder. Dünya hayatına özgü büyük kusur ve eksiklikleri ise, son derece doğal özellikler olarak görür. Örneğin hasta olmak çoğu insana çok doğal gelir. Aynı şekilde yorgunluk, acı, sıkıntı gibi kavramlar da son derece olağan şeyler olarak karşılanır. Oysa dünya hayatına ait tüm eksiklikleri Allah çok büyük hikmetlerle yaratmıştır. İnsana düşen bu hikmetler üzerinde derin derin düşünmek ve bunlardan kendine öğütler çıkarmaktır.

İnsan hiçbir zaman hasta olmayabilir, hiçbir zaman yorulmayabilir, uyumak ve dinlenmek zorunda kalmayabilirdi. Hiç yorgunluk duymayacak bir güç ve enerjiye sahip olabilirdi. Allah dileseydi insanı tüm bu eksikliklerden ve kusurlardan arındırarak yaratabilirdi. Ancak Allah insanı bu şekilde yaratmakla, ona kendi acizliğini ve zayıflığını göstermektedir. İnsan et yerine çok daha sağlam ve temiz bir malzemeden yaratılmış olabilirdi. Acıdan, hastalıktan ve pislikten tamamen uzak olabilirdi. Tüm bunlar aslında, insanın Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu ve acizliğini hissettirmek ve dünyanın ne denli "eksik ve kusurlu" bir yer olduğunu göstermek için var edilmektedir.

Kişi bu eksikliklere bakarak, hem kendi acizliğini hem de diğer insanların dünya hayatındaki güç ve değerlerinin ne kadar geçici olduğunu anlayabilir. Gözünde büyüttüğü, ilgisini çekmeye, takdirini toplamaya çalıştığı insanlar da kendisi kadar aciz, eksik ve kusurları olan, bakıma muhtaç insanlardır.
Ancak çoğu insan bunları kavrayamaz, var olan büyük eksiklik ve kusurları göremez. İşte bu nedenle de dünya hayatı ile tatmin bulur. Aslında bu son derece büyük bir akılsızlığın sonucudur ve cehaletin göstergelerindendir.

Nitekim Kuran'da bu insanların ahlakı şu şekilde tarif edilmektedir:

"Şu halde sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur..." (Necm Suresi, 29-30)

Ahiretten yana gaflet içinde olup, dünya hayatına tutkuyla bağlanmak ayette de bildirildiği gibi "ilim" sahibi olmamanın bir sonucudur.

Peki o halde bu konuda sahip olmamız gereken "ilim" nedir? "Dünya hayatıyla tatmin olmamak" için üzerine özellikle eğilmemiz gereken ilim, Allah'ın bizlere vaat ettiği cennetin bilgisidir. İnsanın cennetin tarifinin yapıldığı Kuran ayetleri hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olması, bu ayetler üzerinde derin derin düşünmesi bu konuda atılacak en önemli adımdır.

Allah, Kuran'da iman edenlere "gerçek yurdu" şu şekilde tarif etmektedir:

Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur, bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)

Dünyadaki yaklaşık altı milyar insanın her birinin hayat tarzları, kültürleri, anlayışları, olaylara bakış açıları, karakterleri farklı farklıdır. Bu kadar insan yaşamını devam ettirirken, sadece çok az kimse önemli bir gerçeğin farkına vararak yaşamaktadır. Bu gerçek, fert fert herkesin, yaşadığı herşeyin hesabını, Allah Katında tek tek vereceğidir...

"Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz." (Enbiya Suresi, 47)

Uyrukları, eğitimleri, maddi durumları, mevkileri ne olursa olsun her insan, zamanı geldiğinde Allah'ın huzuruna çıkacak ve dünyadaki yaşamının tamamından sorguya çekilecektir. Allah Kuran ayetleri ile insanları hesap gününün varlığından haberdar etmiş ve onlara her kişinin yaptıklarının hassas teraziler ile ölçülerek karşısına çıkarılacağını bildirmiştir:

Allah'ın Kuran'da bildirdiği üzere, kıyamet günü, insanların kendi aralarında konuştukları kadar gerçektir;
İşte, göğün ve yerin Rabbine andolsun ki, şüphesiz, o (size va'dedilen) sizin (aranızda) konuştuklarınız kadar, elbette kesin bir gerçektir. (Zariyat Suresi, 23)
Bir başka gerçek ise, Allah'ın yolundan sapanlara hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azabın isabet edeceğidir.

İnsanlık tarihine bakıldığında pek çok insanın bir gün hesaba çekileceğini unutarak, bu önemli gerçekten gafil bir yaşam sürdürdükleri görülür. Yalnızca belli bir grup insan, yani Allah'a iman edenler, Rabbimiz'in gücünü ve kudretini takdir edebilmiş, bir gün mutlaka hesap günü ile karşılaşacaklarını bilerek ve kötü hesaptan korkarak hareket etmişlerdir. Müminlerin bu korkuları Kuran'da "…Rablerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesaptan korkarlar." (Rad Suresi, 21) sözleriyle bildirilmektedir.

İman edenlerin Allah'tan korkan insanlar olmaları ve ahirette verecekleri hesabı düşünmeleri, onları her zaman güzel ahlaklı davranmaya teşvik etmektedir. Aynı zamanda Allah'ın rızasını kazanmak için ciddi bir gayret sarf etmeye ve sürekli olarak nefisleri ile hesaplaşmaya da yöneltmektedir.

Ayrıca unutmamalıyız ki, Allah insanın hayatında kendi kendisiyle hesaplaşabilmesi için bir kolaylık olarak vicdanı yaratmıştır. Böylelikle yaşı ve bulunduğu ortam ne olursa olsun her insan yaptığı tavrın, söylediği sözün, aklından geçirdiği fikrin doğru mu yanlış mı olduğunu vicdanı sayesinde rahatlıkla anlayabilmektedir. Vicdanını dinleyen her insan hatalı yönlerini, yapması ya da sakınması gereken tavırları, ve hatta daha nasıl bir ahlaka sahip olması gerektiğini çok iyi görebilir.

Eğer bir insan ahlakını ve tavırlarını sürekli olarak gözden geçirir, kendini sürekli olarak sorgular ve vicdanının gösterdiği eksiklikleri hemen telafi yoluna gidecek olursa, dünyada ve ahirette Allah'ın razı olacağı umulan bir insan olabilir. Ama eğer kendisini yeterli görerek yaptığı yanlışları görmezlikten gelirse, bu durum kişiyi hatalı bir tavra sürükleyerek Allah Katında hesabını veremeyeceği ağır bir yük altına sokabilir. Daha sonra geri dönüşü asla olmayacak büyük bir pişmanlık duymaktansa, insanın sürekli olarak vicdanını kontrol etmesi ve sürekli daha güzel, daha mükemmel olana ulaşmaya çalışması akılcı bir davranış olacaktır. Nefsi ile sürekli olarak hesaplaşan, yaptığı hatalardan dolayı bağışlanma dileyen ve her işinde Rabbimiz'e yönelip dönen bir mümin, ahirette kolay bir hesap ile cennet ehlinden olmayı umut edebilir.

"Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr Suresi, 18)

GERÇEK YAŞAM AHİRETTEDİR


Birçok insan, dünya üzerinde eksiksiz ve mükemmel bir yaşamın kurulabileceğini sanır. Gerekli maddi imkanlar elde edildiğinde, bu dünyadaki yaşamın insanı tam olarak tatmin edebileceğini ve mutlu kılabileceğini düşünür. En yaygın kanaate göre insan, maddi bir zenginlik, bu düşünce doğrultusunda gerçekleştirilmiş bir evlilik, diğer insanların gözünde saygınlık ve toplum içinde güçlü bir kariyer elde ettiğinde, kusursuz bir hayat kurmuş olur.

Oysa Kuran'da bu tür bir bakış açısı şiddetle yerilmektedir. Aksine Kuran'da, dünya üzerinde sürdürdüğümüz yaşamın, asla eksiksiz, mükemmel ve sorunsuz olamayacağı bildirilmektedir. Çünkü dünya hayatı özellikle böyle tasarlanmıştır.

"Dünya" kelimesinin kökeni bu konuda çok önemli bir anlam içerir. Kelime, Arapçadaki "deniy" sıfatından türemiştir. "Deniy" ise, alçak, düşük, basit, değersiz gibi anlamlara gelmektedir. Bu durumda "dünya" kelimesi de, bu sıfatlara haiz bir mekan anlamını taşır.

Nitekim Kuran'da, dünya hayatının değersizliği ve önemsizliği sık sık vurgulanır. Dünya hayatını güzel kıldığı düşünülen zenginlik, aile, statü, başarı gibi faktörler, Kuran'a göre geçici ve aldatıcı birer metadan başka bir şey değildirler. Allah bir ayette dünya hayatı hakkında şunları bildirmektedir:

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)

Başka ayetlerde ise insanın dünya hayatı dolayısıyla nasıl bir aldanışa kapıldığı şöyle açıklanır:

Hayır siz, dünya hayatını seçip üstün tutuyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir. (A'la Suresi, 16-17)

Ayette bildirildiği gibi söz konusu kişiler dünya hayatını ahirete üstün tutmaktadırlar. Bunu yaparak, Allah'a iman etmemiş ve Kuran ayetlerinden yüz çevirmiş olmaktadırlar. Kuran'da bu gibi kişiler "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin bulanlar ve Bizim ayetlerimizden habersiz olanlar" (Yunus Suresi, 7) şeklinde tanımlanmakta ve hepsinin sonsuz cehennem azabıyla karşılık bulacakları bildirilmektedir. Elbette, dünya hayatının eksikliği, bu dünyada güzel şeylerin var olmadığı anlamına gelmez. Aksine, Allah dünyayı cenneti hatırlatacak pek çok güzel nimetle doldurmuştur. Fakat bu güzelliklerin yanına cehenneme ait olan eksiklik, çirkinlik ve kusurlar da katılmıştır.

Dünyada, imtihan ortamının hikmeti gereği cennet ve cehenneme ait özellikler bir arada bulunurlar. Bu şekilde müminler hem cennet hem de cehennem hakkında fikir edinir, hem de kendilerini dünyadaki kısa ve geçici yaşama kaptırmak yerine, gerçek, kusursuz, eksiksiz ve sonsuz yaşam olan ahirete yönelirler. Allah'ın kulları için seçip beğendiği yaşam da işte bu ahiret hayatıdır. Ahiret, Kuran ayetlerinde insanların gerçek ve ebedi yurdu olarak tarif edilir.

Ancak başta da belirttiğimiz gibi birçok insan dünyada mükemmel bir hayat kurulabileceğini zanneder. Dünya hayatına özgü büyük kusur ve eksiklikleri ise, son derece doğal özellikler olarak görür. Örneğin hasta olmak çoğu insana çok doğal gelir. Aynı şekilde yorgunluk, acı, sıkıntı gibi kavramlar da son derece olağan şeyler olarak karşılanır. Oysa dünya hayatına ait tüm eksiklikleri Allah çok büyük hikmetlerle yaratmıştır. İnsana düşen bu hikmetler üzerinde derin derin düşünmek ve bunlardan kendine öğütler çıkarmaktır.

İnsan hiçbir zaman hasta olmayabilir, hiçbir zaman yorulmayabilir, uyumak ve dinlenmek zorunda kalmayabilirdi. Hiç yorgunluk duymayacak bir güç ve enerjiye sahip olabilirdi. Allah dileseydi insanı tüm bu eksikliklerden ve kusurlardan arındırarak yaratabilirdi. Ancak Allah insanı bu şekilde yaratmakla, ona kendi acizliğini ve zayıflığını göstermektedir. İnsan et yerine çok daha sağlam ve temiz bir malzemeden yaratılmış olabilirdi. Acıdan, hastalıktan ve pislikten tamamen uzak olabilirdi. Tüm bunlar aslında, insanın Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu ve acizliğini hissettirmek ve dünyanın ne denli "eksik ve kusurlu" bir yer olduğunu göstermek için var edilmektedir.

Kişi bu eksikliklere bakarak, hem kendi acizliğini hem de diğer insanların dünya hayatındaki güç ve değerlerinin ne kadar geçici olduğunu anlayabilir. Gözünde büyüttüğü, ilgisini çekmeye, takdirini toplamaya çalıştığı insanlar da kendisi kadar aciz, eksik ve kusurları olan, bakıma muhtaç insanlardır.
Ancak çoğu insan bunları kavrayamaz, var olan büyük eksiklik ve kusurları göremez. İşte bu nedenle de dünya hayatı ile tatmin bulur. Aslında bu son derece büyük bir akılsızlığın sonucudur ve cehaletin göstergelerindendir.

Nitekim Kuran'da bu insanların ahlakı şu şekilde tarif edilmektedir:

"Şu halde sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur..." (Necm Suresi, 29-30)

Ahiretten yana gaflet içinde olup, dünya hayatına tutkuyla bağlanmak ayette de bildirildiği gibi "ilim" sahibi olmamanın bir sonucudur.

Peki o halde bu konuda sahip olmamız gereken "ilim" nedir? "Dünya hayatıyla tatmin olmamak" için üzerine özellikle eğilmemiz gereken ilim, Allah'ın bizlere vaat ettiği cennetin bilgisidir. İnsanın cennetin tarifinin yapıldığı Kuran ayetleri hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olması, bu ayetler üzerinde derin derin düşünmesi bu konuda atılacak en önemli adımdır.

Allah, Kuran'da iman edenlere "gerçek yurdu" şu şekilde tarif etmektedir:

Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur, bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)

Dünyadaki yaklaşık altı milyar insanın her birinin hayat tarzları, kültürleri, anlayışları, olaylara bakış açıları, karakterleri farklı farklıdır. Bu kadar insan yaşamını devam ettirirken, sadece çok az kimse önemli bir gerçeğin farkına vararak yaşamaktadır. Bu gerçek, fert fert herkesin, yaşadığı herşeyin hesabını, Allah Katında tek tek vereceğidir...

"Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz." (Enbiya Suresi, 47)

Uyrukları, eğitimleri, maddi durumları, mevkileri ne olursa olsun her insan, zamanı geldiğinde Allah'ın huzuruna çıkacak ve dünyadaki yaşamının tamamından sorguya çekilecektir. Allah Kuran ayetleri ile insanları hesap gününün varlığından haberdar etmiş ve onlara her kişinin yaptıklarının hassas teraziler ile ölçülerek karşısına çıkarılacağını bildirmiştir:

Allah'ın Kuran'da bildirdiği üzere, kıyamet günü, insanların kendi aralarında konuştukları kadar gerçektir;
İşte, göğün ve yerin Rabbine andolsun ki, şüphesiz, o (size va'dedilen) sizin (aranızda) konuştuklarınız kadar, elbette kesin bir gerçektir. (Zariyat Suresi, 23)
Bir başka gerçek ise, Allah'ın yolundan sapanlara hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir azabın isabet edeceğidir.

İnsanlık tarihine bakıldığında pek çok insanın bir gün hesaba çekileceğini unutarak, bu önemli gerçekten gafil bir yaşam sürdürdükleri görülür. Yalnızca belli bir grup insan, yani Allah'a iman edenler, Rabbimiz'in gücünü ve kudretini takdir edebilmiş, bir gün mutlaka hesap günü ile karşılaşacaklarını bilerek ve kötü hesaptan korkarak hareket etmişlerdir. Müminlerin bu korkuları Kuran'da "…Rablerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesaptan korkarlar." (Rad Suresi, 21) sözleriyle bildirilmektedir.

İman edenlerin Allah'tan korkan insanlar olmaları ve ahirette verecekleri hesabı düşünmeleri, onları her zaman güzel ahlaklı davranmaya teşvik etmektedir. Aynı zamanda Allah'ın rızasını kazanmak için ciddi bir gayret sarf etmeye ve sürekli olarak nefisleri ile hesaplaşmaya da yöneltmektedir.

Ayrıca unutmamalıyız ki, Allah insanın hayatında kendi kendisiyle hesaplaşabilmesi için bir kolaylık olarak vicdanı yaratmıştır. Böylelikle yaşı ve bulunduğu ortam ne olursa olsun her insan yaptığı tavrın, söylediği sözün, aklından geçirdiği fikrin doğru mu yanlış mı olduğunu vicdanı sayesinde rahatlıkla anlayabilmektedir. Vicdanını dinleyen her insan hatalı yönlerini, yapması ya da sakınması gereken tavırları, ve hatta daha nasıl bir ahlaka sahip olması gerektiğini çok iyi görebilir.

Eğer bir insan ahlakını ve tavırlarını sürekli olarak gözden geçirir, kendini sürekli olarak sorgular ve vicdanının gösterdiği eksiklikleri hemen telafi yoluna gidecek olursa, dünyada ve ahirette Allah'ın razı olacağı umulan bir insan olabilir. Ama eğer kendisini yeterli görerek yaptığı yanlışları görmezlikten gelirse, bu durum kişiyi hatalı bir tavra sürükleyerek Allah Katında hesabını veremeyeceği ağır bir yük altına sokabilir. Daha sonra geri dönüşü asla olmayacak büyük bir pişmanlık duymaktansa, insanın sürekli olarak vicdanını kontrol etmesi ve sürekli daha güzel, daha mükemmel olana ulaşmaya çalışması akılcı bir davranış olacaktır. Nefsi ile sürekli olarak hesaplaşan, yaptığı hatalardan dolayı bağışlanma dileyen ve her işinde Rabbimiz'e yönelip dönen bir mümin, ahirette kolay bir hesap ile cennet ehlinden olmayı umut edebilir.

"Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr Suresi, 18)

Hoşgörü Meselesi (Müsamahada Ölçü)1


“Tolerans” veya “hoşgörü” diye de ifade edilen ve dinimizde güzel ahlâktan olan müsamahayı; “dinî esaslardan taviz verip fedakârlık etme” şeklinde anlamak doğru değildir. Zira hukukullahtan, hukuk-u umumiyeden taviz vermeye ve müsamaha göstermeye kimsenin salahiyeti yoktur.
Evet, müsamaha (tolerans) sözü, birinin şahsi hatalarını yüzüne vurup utandırmadan, başkalarının yanında onu mahcub etmeden, sabır ve anlayışla kusurunu telafi etmesine imkân sağlamak manasına gelir ki; bu, güzel ahlâktan olup şahsî hukuka bakar.
Nitekim Hazret-i Aişe validemiz, Efendimizin müsamahasını anlatırken şahsî hiçbir mes’elesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseleri incitmediğini, kimseden intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki:
“Allah’a ait bir hak ayaklar altında çiğnenirse onu hiç affetmez, hemen o kimseden Allah adına intikam alırdı.” (Müslim, Fedail, 79)


Diğer bir rivayette de Peygamberimiz (A.S.M.) şöyle buyuruyorlar:
“Bid’at ve kötülüklere yol açıp doğru yoldan sapıtan önderlerden ümmetim için endişeleniyorum.” (Tirmizi, Fiten 51; Ebu Davud, Fiten 1; İbn-i Mace, Fiten 9)
Bir din adamının bid’alar içinde bulunması şöyle dursun, başkasının kendisi hakkında sû’-i zanda bulunmasına sebebiyet verecek hallerden şiddetle kaçınması icab eder.
Bilhassa bir cemaat namına umuma görünüp, o cemaatı ittiham altına bırakacak olan yanlış ve hatalı hareketlerde bulunmanın; cemaatın şahs-ı manevîsine zarar vereceğini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.» (Hutbe-i Şamiye sh:55)

UMUMİ HUKUKA TECAVÜZ HOŞGÖRÜLEMEZ


Risale-i Nur eserlerinde afv ve müsamaha, şahsî ve umumî haklara göre değerlendirilir. Şahsî haklarda afv ve müsamaha güzel karşılanırken; umumî haklarda afv, zâlime yardım mânasında vasıflanıp deniliyor ki:
«Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlicenabane affetmesi ve birtek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan, safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i ammenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.
Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var; yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse, eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlicenabane affetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur...» (Kastamonu Lâhikası sh:25)

Evet «Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir; mütekellim-i maal-gayr olsa hıyanettir, amel-i talihtir.» (Mektubat sh: 477)
Demek ki hukuk-u âmmeye ve ahkâm-ı diniyeye taalluk eden suç veya haklarda müsamaha ve afv olamaz. Zâlimlerin zulmü hukukta affedilmediği gibi, itikadiyatta da küfür cinayetinin affedilmiyeceği şöyle izah ediliyor:
«Nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, birtek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de: Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz; hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki affa kabiliyeti kalmaz.» (Şualar sh: 230)






Evet «Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatına sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.
Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 75)
O halde afv ve müsamahanın amel-i sâlihten sayıldığı makamları olduğu gibi, meşru olmayıp mes’uliyet getiren kısmı da vardır. Bu kısımları da şeriat tayin eder ve etmiştir.

İmam-ı A’zâm Ebu HanÎfe [ K.S.]

İmam-ı A’zâm  Ebu HanÎfe
[ K.S.]
( 699, Kûfe -767, Bağdat )
Asıl adı Numan bin Sabit bin Zutadır. 699 yılında Kufe’de doğup, 767'de Bağdat'ta öldürüldü. Sünni müslümanlar tarafından ehl-i sünnet itikadının öncüsü olarak kabul edilir. Hanefi Mezhebinin kurucusudur. İslam dünyasındaki müminlerin  %45-50'inin kurucusu olduğu Hanefi mezhebi çerçevesinde amel ettiği tahmin edilmektedir.
Babasının adı, Sabit'tir. İran'ın ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Faris oğullarındandır. Dedesi Zuta'nın, İslam dinini kabul ettiği, babası Sabit'in, Hz. Ali ile görüştüğü, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını aldığı rivayet edilir.
Küçük yaşta Kur’an-ı Kerim'i ezberlemiş ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrenmiştir.
Gençliğinin ilk yıllarında Ashab-ı kiramdan Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi Evfa’yı, Vasile bin Eska’ı, Sehl bin Saide’yi ve en son hicri 102’de Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüş ve bunlardan hadis dinlemiştir.
İmam-ı Şabi’nin tavsiyesiyle ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başlamıştır. İmam-ı A’zam önce kelam ilmini, iman ve itikadı ve münazara bilgilerini Şabi’den öğrenmiştir. Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başlamıştır. Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam etmiştir.
Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiinden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi.
Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i Aliyye-i Nakşbendiyye'den Cafer-i Sadık'dan öğrendi. Ashab-ı kiramdan İbni Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah’tan ve İkrime’den, Hz. Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi. Böylece, Eshab-ı kiramdan İbni Mesud ve Hz.Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tabiinden öğrendi.
İmam-ı A’zam, İslam dinine yaptığı hizmetleriyle İslamiyet’i iman, amel ve ahlak esasları olarak bir bütün halinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, önce itikadda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde İslam fıkhının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Böylece, ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) unvanını almıştır.
İmam-ı A’zam, fıkhı; Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak diye tarif etmiştir. Bu tarife göre fıkhı tespit etmek için, Edille-i şeriyyeye başvururdu. Bunlar Kitap, yani Kur’an-ı kerim, Sünnet (Peygamberin sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcma-ı Ümmet (Eshab-ı kiramın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyas-ı Fukaha (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme bağlamaktır.
İmam-ı A’zam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yahut da cevabı bulunmak üzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu. Önce Kur’an-ı kerime bakar, hükmü aranan meselenin işaret yoluyla, iktiza yoluyla, ibare yoluyla veya delalet yoluyla cevabı varsa meseleyi ona göre çözerdi. Meselenin halli için Kur’an-ı kerimde delil bulunmazsa Sünnete, burada da bulamazsa İcma-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi çözerdi, hükmünü bildirirdi. Şayet sırasıyla bu üç kaynakta bulamazsa, o zaman Kıyasa başvurur ve meseleyi çözerdi.
İşte İmam-ı A'zam Ebu Hanife; en mükemmel usullerle yaptığı uzun çalışmaları ve ictihadı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Müslümanların ibadetlerinde ve diğer işlerinde İslamiyet'e doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefi Mezhebi” denildi.
Talebelerine verdiği dersleri ise mükemmel bir usul ile yürütürdü. Bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzakere yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hükümler bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla imam-ı A’zam'ın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere geçilmiş ve fıkhın külli (genel) kaideleri tespit edilmiştir.
İmam-ı A’zam, ömrü boyunca, insanları, imandan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen fırkalarla mücadele etmiştir. Bunların başında ibni Sebeciler, Hariciler ve Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi.
İmam-ı A’zam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshab-ı kiramın, Peygamber'den naklen bildirdiği iman, itikad bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi.
İlmi Kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetiştirdi. Başta gelen talebeleri; İmam-ı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi âlimlerdir.
İmam-ı A’zam’ın derslerinde çözülen fiili ve nazari fıkhi meselelerin sayısı altıyüzbini aştığı rivayet edilir. İmam-ı Matüridi ondan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazmıştır. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bazı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensup oldukları şehirlerini tespit edip, yazmışlardır. İmam-ı A’zam ticaretle de uğraşırdı.
“Yüz elli senesinde dünyanın ziyneti gider” hadis-i şerifinin,o tarihte vefat eden  İmam-ı A’zam Ebu Hanife'yi işaret ettiği ifade edilmiştir.
 Mezhebi, İslam âleminin büyük bir kısmına yayıldı.

Vefatı

İmam-ı A'zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyaset işlerine karışmamıştır. İkinci Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur bu yüzden İmam-ı A'zamı hapsettirip işkence yaptırmış ve zehirleterek öldürtmüştür.
Vefatından sonra çok kimseler O'nu rüyada gördüklerini söylemişler ve kabrini ziyaret ederek, O'nun şânının yüceliğini dile getiren rivayetler anlatmışlardır.
İmam-ı Azam Ebû Hanife Külliyesi Irak başkenti Bağdat'ın, Azamiye semtindedir.
İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin ilk kabri 767 yılında kerpiçten yapılmıştır. Selçuklu döneminde büyük ilgi gören İmam-ı A’zamın kabri üzerine Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi 1067 yılında “Selçuklu tarzı kubbe” ile örtülü bir türbe, yanına da bir medrese yaptırdı. 1508’de Şah İsmail’in istilâsı sırasında tahrip edilen İmam-ı Azam türbesi ile medrese, 1534 yılında Kanunî Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yeniden yaptırılmıştır. Cami, türbe, imaret, medrese, ribat ve hamamdan meydana gelen külliye ile, Azamiye mahallesinin etrafı surlarla çevrilerek kale haline getirilmiştir. Şah Abbas’ın 1623-1638 yılları arasında tahrip ettiği külliye ise Sultan IV. Murad’ın 1639 seferi sırasında esaslı bir şekilde elden geçirilmiştir. 1669 yılında vezir Defterdar Mehmed Paşa cami revaklarını; 1674’de Sultan IV. Mehmed harim kubbesini tamir ettirmişlerdir.
Cami-türbe ile medrese arasındaki bahçe Vali Ömer Paşa tarafından 1679; külliyenin dökülen süslemeleri ile minarenin altın kaplamalı külâhı Süleyman Paşa tarafından 1802’de yaptırılmıştır. Harim, 1816’da Davud Paşa; Türbe 1839’da Sultan Abdülmecid; külliyenin tamamı ve surlar, 1871 yılında Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan tarafından tamir ettirilmiştir. Sultan II. Abdülhamid 1903-1910 yılları arasında, camiin güneyinde sur duvarlarına bitişik iki katlı talebe hücreleri ile daha sonra ilkokul haline getirilen düşkünler evini inşa ettirmiş, çinileri yeniletmiştir.
Irak dairesi zamanında, 1935 ve 1937 yıllarında kısmen tamir edilen külliyenin iç aksamından kemerler, kubbe geçişleri ve pencere alınlıkları ile minber, mihrab gibi teşkilâtın çinileri sökülmüş, kemerler atnalı kemer şekline dönüştürülerek Endülüs Emevi tarzı bir üslûpta süslenmiştir. Külliyeyi çeviren sur duvarları, medrese ve avlu etrafındaki diğer yapılar yıkılarak, yerine modern binalarla camiin batısına yeni bir harim eklenmiştir. Bugün İmam'ın Azam'ın kabri üzerindeki sanduka külliye merkezindeki camiin içerisinde yer almaktadır. Sandukası üzerinde yazılmış olan kuşak yazı şeklindeki ayet çok anlamlıdır:"Kulları arasında Allah'tan en çok korkanlar O'nun alim kullarıdır."
Vaktiyle etrafında surları bulunan ve bugün ayakta kalan yapılarıyla 50.000m2’lik bir alanı kaplayan İmam-ı Azam Külliyesi son zamanlarda iki defa değiştirilen avlu duvarıyla çevrilidir. Önce, Osmanlı dönemindeki Bab-üş Şarkî (doğu taçkapısı) yerine sembolik 3 kemerli basit bir giriş kapısı; Şimal Kapısı yerine de dikdörtgen çerçeveli, atnalı kemerli bir taçkapı yapılmış, sonradan bunlar da yıkılarak bugünkü şekil verilmiştir. Sivri kemerli dikdörtgen çerçeveli yeni taçkapı üçlü bir düzene sahiptir. Avlu duvarı, köşelerde düz örgü, aralarda birbirine demir şebekelerle tutturulmuş geometrik yıldız süslemeli panolardan meydana gelmektedir. 2 m. Yüksekliğindeki bu tuğla panoların kemer üçgenleri ve etrafındaki çerçeve süslemelerinde mozaik çinili örneklere yer verilmiştir.
Avluda, türbe-cami kompleksi ile, yıkılan binaların yerine inşa edilen ilâhiyat fakültesi ve öğrenci yurtları bulunmaktadır.
Irak'taki ABD işgali sırasında Bağdat'taki sünni direnişin kalesi durumundaki Azamiye semtinin merkezi olarak birkaç kez saldırıya uğrayan külliyede önemli ölçüde maddi hasar ortaya çıkmış durumdadır.

Eserleri

Ebu Hanife'nin eserleri pek çok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tanedir. Aslında akaid ve fıkıh ilimlerinde rivayet edilen bütün meseleler onun eseridir.

bulletRisale-i Redd-i Havaric ve Redd-i Kaderiyye: İmam-ı a’zamın usul-i dinde ilk yazdığı eserdir.
bulletEl-Fıkh-ul-Ekber: Akaide dairdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddin bin Behaeddin tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap Hakikat Kitabevi tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevi, Ebu’l Münteha ve imam-ı Matüridi tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.
bulletEl-Fıkh-ül-Ebsat: İmam-ı a’zam bu eserinde istita’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.
bulletEr-Risale li Osman Büsti: Eserde iman, küfür, irca ve va’id meseleleri açıklanmıştır.
bulletKitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.
bulletVasiyyet-i Nukirru: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemaatin hususiyetleri anlatılmakta, akaid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammad’a ve talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnamesi vardır.
bulletKaside-i Numaniyye
bulletEl-Asl
bulletEl-Müsned-lil-İmam-ı a’zam Ebi Hanife

31 Ekim 2010 Pazar

Cevat Faruki Tekvir

Cevat Faruki Tekvir

Bursa Kuran Ziyafeti

Abdurrahman Sadien (TEK NEFES FATİHA SURESİ)

abdurrahman sadien çoşuyor

Sohbete Bak

Esmaül Hüsna

Ebul Kasimi - Amenarrasulu

Ümit Hüseyin Nejad - Dünya Kur'an Okuma Birincisi

Kuran Okuma 1.leri

23 Ekim 2010 Cumartesi

Kabeye İnen Melekler

Tevbe

Tevbe (I)

Günah; ne nurdan yaratılan melek, ne de sorumsuz varlık olan hayvan içindir. İlahi tekliflerle mükellef (ilahi sorumluluk üstlenen) insana aittir.

Ebu Hureyre (r.a) Rasûlüllah (s.a.v)’den: “Mü’min bir günah işleyince kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tövbe eder, hatasından döner, Allah’tan günahının affını dilerse, kalbi siyah noktadan temizlenir. Günah işlemekte devam ederse, noktalar çoğalır, kalbi tamamen kararır.” 1

İşte bu hadis Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın:

“Hayır öyle değil. Tam tersine, işledikleri hatalar, kalplerini tamamen karartmıştır.”2 buyurmasına işarettir.

İnsanın yaratılışında mevcut, kötülüklerin kaynağı nefistir; ki ona isyanı, günahı işlettirir.

“Andolsun, insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne vesvese vermekte olduğunu da biliriz. (Çünkü), biz ona şah damarından daha yakınız.”3

“Onlar, kuruntudan, nefislerin arzu ettiği heva ve heveslerden başkasına tabi olmuyorlar. Halbuki onlara, Rablerinden bir hidayet (rehberi, Peygamber ve Kur’an) gelmiştir.”4

“Çünkü nefs, olanca şiddeti ile kötülüğü emredendir.”5

Kalbe, kötü fikir ve düşünceleri sokan şeytan, Hakk’ın yolundan saptırır insanı.

“Ey insan! O keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?”6

“Çok aldatıcı (şeytan) da sakın sizi Allah ile (O’nun affına güvendirerek) aldatmasın.”7

“İblis dedi ki: Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim. Ve onların hepsini mutlaka azdıracağım.”8

Ebedi yaşayacakmış gibi, insanı oyalayıp aldadır dünya.

“Onlar, önceden elleriyle işledikleri (kötü amellerinden) ötürü onu (ölümü) hiçbir zaman arzu etmezler.”9

“... ve dünya hayatı ise, bir aldatıcı metadan başka bir şey değildir.”10

“... ve onlar dünya hayatı ile sevindiler. Halbuki, dünya hayatı, ahiret yanında metadan başka bir şey değildir.”11

Nefs, şeytan ve dünyanın esiri olanlar da şaşırtır insanı Allah’ın yolundan.

“Eğer yer(yüzün)de bulunan (insan)ların (kafir, cahil, heva ve heveslerine uyanların) çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar.”12

İnsanoğlu, hem hayır hem de şer işlemeye müsait, ama günahsız olarak geldi dünyaya.

İşleyene ceza gerektiren günah, Allah’a, sair insanlara ve kişinin kendisine karşı işlediği günahlar olarak üç kısıma ayrılır:

1- Allah’ın hukukunu çiğneyen, O’na ibadette ortak tanıyanlar, en büyük zülmü işlerler.

“Şüphe yok ki, şirk elbette pek büyük bir zulümdür.”13

2- Yaratılış sırrına muhalif harekette bulunan, kulluk sınırını aşanlar, kendilerine zulmederler.

“Adem ile Havva: “Rabbimiz, kendimize yazık ettik, bizi bağışlamaz, bize acımazsan, şüphesiz kaybedenlerden oluruz.” dediler.14

“Onlara, Allah zulmetmedi. Fakat kendileri, kendilerine zulmediyorlar (isyanları yüzünden).”15

3- Kendi dışımızdaki insanlara zulüm.

“Asr’a yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna”16

İman, Kur’an-ı Kerim’e uygun amel, nasihat, irşad ve başkalarını olgunlaştırmaya matuf amelleri yerine getirmeyenler, başkalarına zulmederler.

Allah’a sığınma, Allah’a dönme, yaptığı hatalardan pişman olup onu beğenmeme olarak tarif edilen tevbe dört kısıma ayrılır.

1- Küfürden imana dönüş, kâfirlerin tevbesidir.

2- İsyandan itaata dönüş, fâsıkların tevbesidir.

3- Fenâ huylardan, iyi huylara dönüş, ebrarın, hayırlı insanların tevbesidir.

4- Mâsivâdan, Allah’tan gayri her şeyden Hâlik-ı Zülcelâl’e dönüş, nebi ve velilerin tevbesidir.

Küfür ve şirk affedilmez, ebedi cehennemde kalmaktır cezası. Ama kişi; küfründen döner, Hak dini benimserse, mağfiret olunur.

“Çünkü Allah bütün günahları bağışlar: Şüphesiz ki O çok bağışlayacıdır, çok merhamet edicidir.”17

Peygamberimiz (s.a.v); “Bu ayeti, ne dünyaya, ne de dünyada bulunan, hiçbir şeye değişmem.”18 buyurdular.

Günahlar, küçük ve büyük olmak üzere iki kısımdır.

Tasavvuf uleması (ruhî eğitimi sağlayan arifler)’na göre, büyük ve küçük günah ayrımı yapılmaz, çünkü onlar Allah’a karşı yapılan hertürlü hatayı, büyük bir saygısızlık olarak kabul ederler.

“Az günahı az sanma, kime karşı ona bak.

Az nimeti az sanma kimden geldi ona bak.”

Şeyh Mustafa Hulûsi (k.s): “Bir havuz düşünün, defalarca o havuza küçük küçük taşlar atsanız, kocaman dağ olur. Küçük dediğimiz günahlar da işlene işlene, büyük günaha dönüşür.” diye misal verirler.

Sohbetlerinde H. Hasan Efendi (k.s): “Karınca kadar yaptığım hatalar gözüme Erciyes Dağı gibi görünüyor.” diye yakınırdı.

Efendimiz (s.a.v): “Mü’min günahını, üstünde bir dağ gibi görüp, üzerine düşeceğinden korkar; münafık ise, sinek gibi burnuna konup, uçacak şekilde görür.”

“Tevbe edenlerle oturunuz, onların kalbleri daha ince olur.” hadis-i şerifinde belirtilen hassasiyetle hayatını en güzel şekilde geçiren, Üstadımız, 8-9 yaşlarında iken, hüngür hüngür ağlarlar, ulemadan “Kasır Hoca” diye marûf, Yahyalı’dan Mustafa Efendi Hazretleri, “Evladım hangi günahına ağlıyorsun?” diye kendileri de ağlar. Üstadımızın babaları Şeyh Mustafa Hulûsi (k.s)’da, “Hocam, gayrı ihtiyarî yavrumun gözünden yaşlar boşanıyor.” der.

Ağlama, gözyaşı üç sınıfa ayrılır:

1- Günahtan dolayı ağlama,
2- Ayrılık sebebi ile ağlama,
3- Allah’ın aşk ve muhabbetinden neşet eden ağlama.

Üstadımızın, çocukluk yaşında, gayri ihtiyari ağlaması Mevlâsına aşkındandır. Gençliklerinde böyle ilahî zevkle, şevkle ağlayanlar, daha sonra Sıddîk-ı Azam (r.a)’ın “Ah edip, ağzından ciğer kokusu geldiği gibi” ah u ah edenler, Hazret-i İbrahim’i, Cenâb-ı Hakk’ın nitelendirdiği gibi, “Şüphesiz ki, İbrahim, çok yumuşak huylu, (kalbi yufka, ah u vah eden) gerçekten sabırlı idi.”19

İnsanın hal ve makamına göre Allah’a yalvarış ve yakarışları farklıdır.

1- Avam (cahil halk) günahından tebe eder.

2- Havâs (muhterem, seçkin kimseler) gafletinden tevbe eder.

3- el-Havassü’l-havâs (mukarrebûn -Allah’a ruhen ve mânen yakın olanlar-) ibadet ve taati bir an terkinden tevbe eder.

Ebu Talip-i Mekkî “Kût’ul -Kulûb” kitabında bütün hadis kitaplarından aşartırarak edindiği bilgilere göre, büyük günahları 17 madde halinde sıralar.

Dördü kalbde:
1- Küfür,
2- Küçük günahlarda ısrar,
3- Allah’ın rahmetinden ümit kesme,
4- Allah’ın cezasından emin olma.

Dördü dilde:
1- Yalan yere şahitlik yapmak,
2- Namuslu kimselere zina isnadında bulunmak,
3- Yalan yere yemin etmek,
4- Sihir yapmak.

Üçü mide ile ilgilidir:
1- Sarhoş edici maddeleri kullanmak,
2- Yetim malı yemek,
3- Faiz alıp, faiz vermek.

İkisi fercle (namusla) alâkalıdır:

1- Zina,
2- Livata.

İkisi de el ile alâkalıdır:
1- İnsanı öldürmek
2- Hırsızlık yapmak

Biri ayakla ilgilidir ki, bu da muharebeden kaçmaktır.

Bir diğeri de bütün vücutla ilgilidir, bu da anne ve babanın hukukuna riayetsizliktir.

Tevbe; Cenâb-ı Hakk’a kişinin içini dökmesi, hâlini arzetmesi, adeta direkt irtibata geçmesidir Rabbiyle... Hazret-i Yakub (a.s)’un: “Ben derdimi ve hüznümü ancak Allah’a arzederim”20 demesi gibi...

Yaptığı hata ve kusurları başkasına anlatması bile, kişinin amel defterini karartır.

Ebu Hureyre (r.a) anlatır: “Adamın biri, tenha bir sokakta, bir kadına tacizde bulunuşunu Efendimiz (s.a.v)’e anlatınca, İki Cihan Güneşi (s.a.v): “Yaptığını Allah gizlemiş, kimse görmemiş, sen de kalbinde gizleseydin. (İfşa etmeseydin)”21 buyurdu ve şu ayet-i kerimeyi okudu: “Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi) namazlarını, gecenin de bir bölümünde (akşam ve yatsı) namazlarını kıl. Şüphesiz ibadetler, güzel ve yararlı işler günahları giderir, affettirir. Bu; düşünenler ve ibret alanlar için öğüt ve nasihattir.”22

Tevbe ve istiğfarla günahkâr eller, kararmış gönüller, O’nun dergâhına açılır. Buzağıya tapanların affı için, Tûr Dağı’nda Hz. Musa (a.s)’ın Rabbine şu hazin yalvarışı karşısında duygulanmamak mümkün mü?

“Ey Rabbim! Dileseydin onları da, beni de helak ederdin. İçimizdeki birtakım beyinsizlerin işlediği yüzünden hepimizi helak edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir, onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı, sen bağışlayanların en iyisisin! Bize, bu dünyada da iyilik yaz, ahirette de. Süphesiz biz sana döndük. Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azabıma uğratırım. Rahmetim ise herşeyi kaplamıştır (Rahmet Allah’ın Zâtı’nın gereğidir, azap ise kulların günahlarının gereğidir). Onu (rahmeti) sakınanlara, zekatı verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım.”23

İbrahim (a.s)’ın, İsa Peygamber’in Allah’a gönülden ve samimi yakarışları, O’ndan bir rahmetle asilerin bile kurtuluşlarını dilemeleri, ne büyük bir şevkat ve engin bir merhametin eseridir: “Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.”24 İsa Peygamber’in de “Eğer kendilerine azab edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin.”25

Atamız Adem (a.s)’ın, zellesinden dolayı Cenâb-ı Hakk’tan samimi mağfiret talebi, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden oluruz.“26 niyazı Allah’a candan teslimiyetin örneğidir.